1968 Prag’ından 2022 Kiev’ine…
Sovyetler Birliği ve onun liderliğindeki Varşova Paktı ülkelerinin 1968’de Çekoslovakya’ya silahlı müdahalesi dünya solunda olduğu gibi Türkiye solunda da ciddi görüş ayrılıklarına yol açmıştı. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra onun yerine alan Rusya Federasyonu‘nun geçen hafta Ukrayna’ya karşı başlattığı silahlı operasyon da solda yeni görüş ayrılıkları yaratmakta gecikmedi.
Doğrudan tanık olduğum ilk çatışma, NATO’nun ve Avrupa Birliği’nin başkenti konumundaki Brüksel’de, Belçika Temsilciler Meclisi‘nde yaşandı.
24 Şubat’ta toplanan mecliste, Sosyalist Parti ve Ecolo da dahil tüm partilerin sözcüleri, bu dramın oluşmasında başta ABD ve müttefiklerinin oynadıkları kirli rolü hasıraltı edip NATO‘yu ve Avrupa Birliği‘ni Rusya’ya misillemede bulunmaya çağırırlarken, sadece Belçika İşçi Partisi (PTB) Rusya’nın tavrını eleştirmekle birlikte bu gelişmenin asıl sorumlusunun ABD ve NATO olduğunu net şekilde ortaya koydu.
PTB sözcüsü Nabil Boukili konuşmasına şöyle başlamıştı: “Öncelikle grubum adına Rusya’nın Ukrayna topraklarına askeri müdahalesini kınıyorum. İster iki cumhuriyetin bağımsızlığının tanınması, ister askeri müdahale olsun, bu iki eylem de uluslararası hukuka aykırıdır ve Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’ni ihlal etmektedir. Halkların egemenliği hiçbir şekilde sorgulanmamalıdır. Bu müdahaleyi, Ukrayna ve Rus halkları için olduğu kadar tüm Avrupa halkları için de felaketle sonuçlanabilecek bir savaşa yol açtığı ve bu askeri çatışmadan olumlu hiçbir şey çıkmayacağı için kınıyoruz.”
Hemen ardından, Meclis çatısı altındaki partilerden hiçbirinin dile getirmeye cesaret edemediği bir gerçeği net şekilde ortaya koydu. Sovyetler Birliği dağıldıktan ve Varşova Paktı ortadan kalktıktan sonra soğuk savaşın bitmiş olması gerekirken, ABD ve müttefiklerinin bir savaş örgütü olan NATO’yu ayakta tutmaya devam ettikleri gibi, eskiden sosyalist sisteme dahil bulunan Doğu Avrupa ülkelerini birer birer bu ittifaka dahil ederek Rusya ile Batı dünyası arasındaki gerilimi körüklediklerini, böylece Rusya’nın müdahalesine zemin hazırladıklarını vurguladı.
Bu konuşmaya karşı ilk tepki Belçika Başbakanı Alexander De Croo‘dan geldi, Nabil Boukili’nin konuşmasını “tiksinti verici” diye niteledikten sonra “Öyle görünüyor ki bu parlamento çatısı altında Putin’in müttefikleri var… NATO Rusya için hiçbir zaman bir tehdit oluşturmamıştır” dedi.
NATO’nun şimdiki genel sekreterinin görev süresinin dolmasından sonra bu göreve getirileceği söylenen Dışişleri Bakanı Sophie Wilmès de, büyük ihtimalle o göreve layık olduğunu kanıtlamak için, daha da ileri gitti: “Birleşmiş Milletler’de Rusya’nın yaptıklarını kendisi dışında haklı göstermeye çalışan ülkenin hangisi olduğunu biliyor musunuz? Suriye… Burada da PTB! Böylece Rus propagandasına ortak oluyorsunuz… Belki partiniz için bu keyif verici, ama ben bu yaptığınızdan utanç duyuyorum!”
Kaderin cilvesi… 70’li yıllarda Tüm İktidar İşçilere (Amada/TPO) adı altında Mao’cu bir parti olarak kurulmuş bulunan PTB, sosyalist sistemin 1991’de çöküşüne kadar, Pekin’in uluslararası siyasetine uygun olarak hem ideolojik planda, hem de uluslararası ilişkiler planında Sovyetler Birliği‘nin her daim karşısında olmuştu.
Meclis’te PTB’ye saldırılara Sosyalist Parti de katılmakta gecikmedi. Partinin sözcüsü Christophe Lacroix “Bugün burada bir partinin, onursuz bir şekilde, Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik alçakça saldırısından ABD’yi sorumlu tutuğunu duyunca tüylerim diken diken oldu… Ne utanç verici bir tutum!” dedi.
Sol parkurda yarışan yeşil ECOLO partisi de saldırıda gecikmedi… Parti sözcüsü Samuel Cogolati, PTB’yi Fransa’daki aşırı sağcı cumhurbaşkanı adayı Zemmour ve Belçika’nın flaman bölgesindeki aşırı sağcı parti Vlaams Belang‘la aynı kefeye koyarak “Yazıklar olsun!” diye bağırdı.
Bu saldırılar karşısında Nabil Boukili ikinci kez söz alarak üstüne basa basa şöyle dedi:
“Sayın Başbakan, sayın bakanlar, ben konuşmama Rusya’nın Ukrayna’ya müdahalesini kınadığımızı belirterek başlamıştım. Beni Putin’in destekçisi ilan ettiniz. Putin’e de, onun şovenist Büyük Rusya vizyonuna da, oligarşik sistemine de zerrece sempati duymuyorum. Anlaşıldı mı? Burada soruna barışçıl bir çözüm bulmaya uğraşıyoruz. Aşırı yaptırımlar uygulamak bir çözüm getirir mi? Libya‘da, Afganistan‘da, Irak‘ta işe yaradı mı? Sonuç alıcı olduğu bir yer biliyor musunuz? NATO’cu politikanız, emperyalist politikanız çoktan iflas etmiştir.”
Aslında, Ukrayna konusundaki eleştirilerinden dolayı Sosyalist Parti ve Ecolo dahil tüm partilerin saldırısına uğrayan PTB’ye böylesine infial kusulmasının asıl nedeni, Belçika’da gittikçe ağırlaşan yaşam koşulları ve baskı uygulamaları nedeniyle özellikle kitlelerde bu partiye desteğin her geçen gün daha da artıyor olmasıydı.
Geçtiğimiz Aralık ayında Le Soir gazetesinin yaptığı bir kamuoyu yoklaması, Valonya ve Brüksel bölgelerinde PTB’nin önümüzdeki seçimlerde en yüksek oy alacak üç partiden biri olacağını, hattâ Sosyalist Parti‘yi de geçerek hem federal planda, hem de bölgesel planda koalisyon hükümetlerinin kurulmasında belirleyici rol oynayacağını gösteriyor.
Tam da bu yazıyı yazarken Artı Gerçek ekranına “Grup Yorum ‘Sosyalizmin anavatanı’ diyerek Moskova konserini paylaştı, Twitter ikiye bölündü” başlıklı bir haber düştü.
Habere göre, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin 2. gününde Grup Yorum‘un Moskova’da verdiği konser sırasında yaptığı açıklamada şu ifadeler yer almıştı: “Donbass halkının ABD emperyalizmine, NATO’ya ve Ukrayna faşizmine karşı mücadelesini selamlıyor ve destekliyoruz. ABD emperyalizminin bu savaşı Kuzey’de daha fazla güç kazanmak için desteklediğini biliyoruz. NATO ise Sovyetler Birliği’ne ve sosyalizme saldırma amaçlı kurulmuştur. NATO’nun başını çeken ve saldırıları gerçekleştiren ABD’dir.”
Bu açıklamadan dolayı Twitter’da Grup Yorum‘un lehinde de, aleyhinde de çeşitli yorumlar yayınlanıyor.
Grup Yorum, 1985 senesinden beri 37 yıldır kitlesel konserleriyle, kasetleriyle, CD’leriyle, DVD’leriyle, dijital kayıtlarıyla Türkiye’deki sol mücadelenin güçlenmesine sürekli katkıda bulunmuş, üyelerinin uğradığı baskılara rağmen sürekli kendisini yenileyerek mücadelesini sürdürmüş olan önemli bir grup…. Anadolu’nun tüm halklarının sesini devrimci-sosyalist bir müzik görüşüyle değerlendiren Grup Yorum, Türkçe’nin yanı sıra Anadolu’da konuşulan Kürtçe, Zazaca, Lazca, Arapça, Çerkezce dillerindeki türküleri de ülkemizde büyük kitlelere, yurt dışı turneleriyle de tüm dünyaya duyuruyor.
Grup Yorum‘un mesajı nedeniyle Twitter’de başlayan polemiğin sol harekette de yankı bulacağında, farklı değerlendirmelere yol açacağında kuşku yok.
İzleyebildiğim ilk tepkiler beni 54 yıl geriye götürdü… Sovyetler Birliği ve onun liderliğindeki Varşova Paktı ülkelerinin 1968’de Çekoslovakya‘ya silahlı müdahalesi dünya solunda olduğu gibi Türkiye solunda da ciddi görüş ayrılıklarına, hattâ 1965’den itibaren 15 milletvekiliyle Meclis’e girip ülkenin siyasal gündemine damgasını varan Türkiye İşçi Partisi‘nin lider kadrosunda ciddi bir bölünmeye yol açmıştı.
Çekoslovakya olaylarına TİP yönetimindeki herkesin ilk tepkisi, Mehmet Ali Aybar ve Behice Boran başta olmak üzere, Sovyet müdahalesine sert eleştiri şeklindeydi.
Genel Başkan Ali Aybar, olayların Türkiye’ye yansıması üzerine verdiği ilk demeçte şöyle diyordu:
“Varşova Paktı üyesi Çekoslovakya’nın müttefikleri Sovyet Rusya ile Polonya, Macaristan, Bulgaristan ve Doğu Almanya ‘nın saldırısına uğramış olması yurdumuzda ve dünyada haklı bir infial uyandırmıştır. Sovyet Rusya’nın bu saldırı hareketini, Çek yöneticilerinin ve halkının kuşkularını bertaraf edecek bir anlaşma ve uzlaşmaya varıldığı zehabını vererek, sinsice hazırlayıp ansızın tatbik mevkiine koymuş olması bu infialin şiddetini daha da arttırmıştır. ‘Karşı ihtilal’ yalanına, Çek yöneticileri tarafından davet edildikleri yalanı eklenmiştir. Ne Amerika ne Sovyet Rusya, bütün bloklara hayır!” (Ant Dergisi, Sayı 87, 27 Ağustos 1968)
TİP Merkez Yürütme Kurulu üyesi Behice Boran da, aynı gün Milliyet Gazetesi‘nde yayınlanan imzalı yazısında aynı görüşü dile getiriyordu:
“İlkin hemen belirteyim ki, Sovyetler Birliğinin, Varşova Paktının diğer dört üyesiyle birlikte Çekoslovakya’ya yaptığı askeri müdahalenin hiçbir yönden haklı, hatta gerçekçi politika bakımından geçerli görülebilecek tarafı yoktur. Bu müdahale milli bağımsızlık ve eşitlik haklarına olduğu kadar sosyalizm ve sosyalist enternasyonalizmi ilkelerine de aykırıdır.
“Eğer ‘Sosyalist Sistem’den Sovyet ve diğer ülkeler yöneticileri Stalin devrinde şekillenmiş ve kemikleşmiş, onun ölümünden sonra da az çok değişmekle beraber sürüp gelen politik sistemi kastediyorlarsa, Çekoslovakya ve diğer ülkelerde baş gösteren ‘liberalleşme’ hareketleri sözü geçen sistem için tehlikelidir. Ne var ki, sözü geçen sistem sosyalist düzenin örnek alınacak bir prototipi değildir ve şimdiki yöneticiler isteseler de istemeseler de, köklü değişikliklere uğramaya mahkûmdur.” Behice Boran, Çekoslovakya Olayları, Milliyet Gazetesi, 27 Ağustos 1968)
Ne ki, Çekoslovakya olaylarını izleyen gelişmeler, özellikle de Aybar’ın bu olayları gerekçe göstererek sık sık “güler yüzlü, insancıl sosyalizm” vurgulaması yapmağa başlaması, parti içinde bir süreden beri oluşmakta olan iktidar kavgasına ideolojik bir kılıf geçirilmesine olanak sağladı.
1965 seçimlerinde TİP milletvekillerinin büyük kısmının “milli bakiye” sisteminden yararlanarak seçilebildikleri herkesin malumuydu. Ama sırf parlamentodeki sol muhalefeti yoketmek için milli bakiye sisteminin TBMM’de kaldırmasından sonra, yaklaşan 1969 seçimlerinde TİP’in iki ya da üçten fazla milletvekili çıkartamayacağını herkes gibi partili milletvekilleri de pek âlâ biliyorlardı.
Gerek Ant‘ı ziyarete gelişlerinde, gerekse Ankara’ya gidince Meclis’te yaptığım görüşmelerde TİP’li milletvekillerinin büyük kısmı bu konudaki endişelerini açıkça dile getiriyorlardı. Bunun yanı sıra, geçen seçimde milletvekili seçilememiş olan, ama gelecek seçimde sıranın artık kendilerine geldiğini düşünen Merkez Yürütme Kurulu üyeleri de belli bir sabırsızlık içindeydi.
Aybar’ın genel başkan olarak Çekoslovakya konusunda verdiği demeçler o güne kadar tüm MYK üyelerinin açıkladığı görüşlere aykırı olmadığı halde, bazı üyeler yaz tatilinin verdiği rehavet içinde kendi özel sorunları üzerine biraz daha yoğunlaşma olanağı bulunca, genel başkana muhalefet ederek kendi isimlerini ön plana çıkartma gereği duymuş olmalıydılar.
Uzun sıcak yaz günlerinin sonuna doğru tatil dönüşü Sadun Aren‘in Ant’a yaptığı ziyareti anımsıyorum. Ankara’da bazı genel merkez yöneticileri ve milletvekillerinin yaptığı çıkışlardan o denli uzaktı ki, büyük bir merak ve endişe içinde sormuştu: “Yahu Ankara’da bir şeyler oluyormuş. Ne olup bittiğinden senin haberin var mı?”
Olup bitenleri bilebildiğim kadarıyla özetlediğimde, “Desene işimiz zor, dedi. Ben hemen Ankara’ya gidip ortalığı yatıştırmaya çalışayım. Ama Mehmet Ali Bey de, Behice Hanım da ‘dediğimiz dedik, çaldığımız düdük’ havasına girmişlerse bir çözüm bulmak çok zor. Aman siz de Ant’ta bir çözüm bulmaya yardımcı olun.”
“Sadun Bey, benim anlayamadığım bir şey var. İlk kongreden bu yana partide bir sürü tasfiyeyi ikisi birlikte yapmadılar mı? Şimdi sıra birbirlerine mi geldi?” diye sordum.
“Öyle görünüyor, ama belki de sıra daha önce bana geldi. Bakalım âyine-i devran ne gösterecek?” diye yanıtladı.
Ne ki, Ankara’ya döndükten sonra Aren de Boran’ın başını çektiği muhalefet cephesine katılmakta gecikmedi. Gerekçesi, Aybar’ın parti yetkili kurullarıyla tartışmadan parti adına görüş açıklamakta ölçüyü kaçırmasıydı. Bu gerekçeyledir ki, Aybar’ın açıkladığı görüşlerin partiyi bağlamadığına dair Merkez Yürütme Kurulu’na sunulan bir önergeye Behice Boran, Nihat Sargın, Şaban Erik ve Minnetullah Haydaroğlu‘yla birlikte Aren de imza koymakta tereddüt etmeyecekti…
Partinin yönetim kademesinde “genel başkanın keyfi tutumuna karşı çıkış” olarak başlayan muhalefet, Aybar’ın “Güler Yüzlü Sosyalizm” tezini ortaya atmasından sonra ideolojik bir içerik kazanacak, daha önce Çekoslovakya olayları nedeniyle Sovyetler Birliği’ne Aybar’la aynı çizgide eleştiri yöneltmiş olan Boran ile arkadaşları Sovyet yanlısı bir çizgiyi benimseyeceklerdi.
Behice Boran, sürgünde bulunduğu sırada, 1986 yılında Düsseldorf’ta kendisiyle röportaj yapan Uğur Mumcu‘nun bu değişim konusunda kendisine yönelttiği soruyu şöyle yanıtlayacaktı: “Benimki bir durum değerlendirmesi ve eleştiriydi, onun için de o olayla sınırlı kaldı. Aybar’ın tavrı ise anti-sovyetizm idi. Aybar’ın güler yüzlü sosyalizm deyimini kullanmasının altında anti-sovyetizm yatıyordu.”
Sonrası malum… Art arda yapılan iki kongrede bölünme iyice netleşecek, tasfiyeler birbirini izleyecek, partinin 1965 seçimlerinde yüzde 3 olan oy oranı 1969 seçimlerinde yüzde 2,7’ye, milletvekili sayısı da milli bakiye sisteminin kaldırılmış olmasının da etkisiyle 15’ten 2’ye düşecek, bunun üzerine Aybar genel başkanlıktan istifa ettiği gibi, 1971’de Boran ekibinin yönetime gelmesi nedeniyle Türkiye İşçi Partisi‘nden de istifa edecekti.
Bugünkü koşullar, özellikle Kürt ulusal direnişinin sol kanatta etkin bir kitlesel güç olmasından sonra, yarım yüzyıl öncesinden çok farklı.
Selahattin Demirtaş’ın Edirne F Tipi’nden t24′e verdiği demeçteki şu sözleri bu farklılığı çok net ortaya koyuyor:
“1980 sonrası solun en büyük atılımını, hep birlikte yapmaya hazırlanıyoruz. Yeni dönem TBMM’de özgün bir sol, sosyalist Meclis grubunun olması çok önemlidir. Kim bilir, belki bir gün aktif siyasete dönersem ben de o grupta yer alırım. Önümüzdeki on yıllarda Türkiye’nin kalbi, tam da olması gereken yerde, solda atacak. Sol hiçbir zaman bitmedi, bitmesi ekonomi politiğin ve de bilimin doğasına aykırı. Alttan alta, güçlü bir damar olarak verimli bir yer altı suyu gibi hep akıp duruyor. Biz tüm yoldaşlarımızla el ele verip bu yer altı suyunu yüzeye çıkaracağız. Kitleselleştirip iktidara taşımaya uğraşacağız. Halkın, ezilenlerin, emekçilerin, doğanın, kadının, gençliğin, inançların ve kimliklerin kurtuluşu neo liberalizmde değil, soldadır.”
1968 Çekoslovakya olayları Türkiye İşçi Partisi‘nin iç çekişmelerle zayıf düşmesine neden olmuştu. 2022 Ukrayna Olayları, inanıyorum ki, iki tutucu ittifak dışında bir Demokrasi İttifakı oluşturulmasına engel olamayacaktır.