
Aydınlanmanın Karanlık ve Aydınlık Yüzü
Aydınlık ve karanlık diyalektiği çeşitli biçimlerde entelektüel dünyadaki önemini koruyor. Geçen hafta Komün TV’de yaptığımız programda Aydınlanmayı, onun içinde etkin olan üç filozofu, Voltaire, Rousseau ve Diderot’u ele aldık. Program boyunca meselenin karanlık ve aydınlık yüzüne bakıldı. Evrim Kalınlıoğlu’nun moderatörlüğünde ekrana gelen Felsefenin Gözü’nde Doç. Dr. Ufuk Özcan (sosyolog) ile birlikte Fransız Aydınlanma düşünürleri Voltaire, J. J. Rousseau ve Diderot, eserlerinden örnekler verilerek, alıntılar yapılarak Aydınlanmacılık tartışıldı.
Aydınlanma deyince esasen geniş bir konu ama biz büyük A ile yazılanı, genel aydınlanmadan ayırıyoruz. Aydınlık görüşleri savunmak ile Aydınlanmacılık aynı anlama gelmiyor. Birisi genel bir eğilimi yansıtıyor. Aydınlanmacılık ise bir akımdır, ideolojidir. Kısmen aristokratik ama esasen bir burjuva ideolojisidir. Genel aydınlanmacı eğilimi, Greklerle, Antikçağ’ın üç büyükleriyle, Doğu Rönesansı ile başlatıp sürdürmek yanlış olmaz. Marx, Muhammed’i bile aydınlanmacı görüyor. Rönesans ve reform, aydınlanmanın devamıdır ama bütün bunlar “izm” değildir. Dolayısıyla benim açımdan dünyayı, aydınlanma düşüncesi değiştiremez; özgürlük, eşitlik, kardeşlik, Aydınlanma ile gerçekleşemez. Dünya, emekçi sınıfların yürüttüğü sınıf savaşlarıyla ve ezilenlerin direniş ve ayaklanmasıyla gerçekleşebilir. Eşitlik, özürlük ve kardeşlik, Aydınlanmacıların zannettiği gibi kitap okuyarak, sanat ve edebiyat yaparak, ansiklopedi yayınlayarak da tesis edilemez. Rousseau’nun zannettiği gibi “sosyal sözleşme” ile de sosyalleşemez dünya. Dünya büyük filozofların büyük felsefi yorumlarıyla da değil, toplumsal devrimlerle değişebilir.
Aydınlanma felsefesinin etkisini veya yaptığı paradigma değişikliğini düşüncenin başlıca dört formunda görmek ve izlemek olasıdır. Bilim alanında akıl ve deneye bağlı bir anlayış gelişmiştir. Bilim, kilisenin tekelinden çıkarak seküler alana geçmiştir. Bilimin patronu artık, feodalizm değil feodalleri yanına alan burjuvazidir. Newton gibi bilim adamları ortaya çıkmıştır. Politika alanında eski rejimlerin yerini sözleşmeye dayalı yeni yönetim ve devlet biçimleri almıştır. Siyaset bilimi terimleriyle söylersek “gökten iniş” kuramlarının yerini “halktan yükseliş” kuramları almıştır. Rousseau, burjuvaziye yol haritası çizmek için Toplumsal Sözleşme adlı eseri, Voltaire Kandit’i yazmıştır. Diderot ise ünlü eser Ansiklopedi’yi yayınlamıştır. Artık çağın sömürücü sınıfı, feodal beyler değil burjuvazidir. Savaşa, sömürü ve talana, işgale karar verecek olan da burjuva sınıfıdır.

Aydınlanma çağında sanat felsefesi de yenilenmiştir. Dinsel resimler ve teolojik müzikler yapma dönemi geriletilmiştir. Tanrısal sanatın yerini insan, doğa ve toplum sanatı almıştır. Eserlerde Tanrı, melek veya İsa, Meryem değil insan, kadın, erkek, özellikle de kral, kraliçe vardır. Konumuz olan Voltaire, Rousseau ve Diderot, her üç düşünür de sanat yapmışlar, eserler yazmışlardır. Skolastik felsefe, yerini modern felsefeye bırakmıştır. Akılcılık ve deneycilik gibi büyük epistemolojik akımlar ortaya çıkmıştır. Voltaire, Rousseau ve Diderot, elbette ki deneycilik yolunu benimsemiştir.
Ufuk Özcan’nın, Aydınlanmacılığı karanlık ve aydınlık yüzüyle ele alması dikkat çekiciydi. Nihayetinde benim açımdan Aydınlanmacılık, bir burjuva ideolojisi olarak Marksizm karşıtı bir ideolojidir. Oysa Özcan açısında Aydınlanma düşüncesi, bilime (pozitivizm) ve sekülerizme tekabül ettiği oranda ilerici bir değerdir ve sahip çıkılmalıdır. Programda da işaret ettiğim gibi akıl, bilim, laiklik vurgusuna rağmen Aydınlanmacılık, ekonomik ilişkileri, sömürü mekanizmasını, sınıfları ve mülkiyet sistemini dikkate almadığı için, burjuvazi ve diğer egemen tabakalar için pozitif bir rol oynamakla birlikte emekçi sınıflar ve ezilenler için (yoksul köylüler, kadınlar vs) negatif bir rol oynamıştır.
Aydınlanmacı düşüncede emekçilerin ve kadınların adı ve yeri de yoktur. Gerçi belli bir oranda, “Aydınlanmanın karanlık yüzü” de diyerek Özcan da bir ölçüde bu yoruma katılmıştır. Tartıştığımız anlamda Aydınlanma düşüncesi Batı merkezli olmuştur. Dolayısıyla konuya Batı merkezci düşünce tarzının tahliliyle başlanması gerekirdi ki, programa da bu açıklamalarla başlandı. Rönesans çağıyla birlikte Avrupa’da köklü bir dönüşüm yaşandığına işaret edildi. Buna göre feodal üretim ilişkileri gerilemiş, adına burjuvazi denilen yeni bir sınıf ortaya çıkmıştır.
18. yüzyılda kolonyalist politikalar etkili olmaya başlamıştır. Dünyanın pekçok uzak bölgesinin değerleri Avrupa’ya taşınmıştır. Amerika da “keşif” adı altında Batının sömürgesi durumuna girmiştir. Yeni koşullar, yeni iktisadi faaliyetlere neden olmuş ve merkantilist ekonomi öne çıkmıştır. Kapitalizm kendini öncelikle ticaret burjuvazisi olarak göstermiştir. Değişen ekonomik ve sosyal formlar, düşünce formunda da köklü, “devrimci” sonuçlar doğurmuştur. Kısacası Aydınlanma düşüncesi, bu gelişmelerin sonucu olarak varlık kazanmıştır.
Aydınlanmacı düşüncenin zirve yaptığı 18. yüzyıl ve bilhassa Fransa, sınıfların konumlanması bakımından henüz netleşmemişti. Aristokrasi, ruhBan sınıfı (kilise) ve içinde burjuvazinin de yer aldığı “üçüncü sınıf” vardı. Bunlar arasında gerilim ve çatışma eksik olmuyordu. Programda da belirttiğimiz gibi Aydınlanma filozofları bunların hiçbirine de yaranamamıştır. Yine de şu bir gerçekti ki, yıldızı parlayan sınıf burjuvazi idi. Voltaire, Rousseau ve Diderot da diğer Aydınlanmacılar gibi esasen bu sınıfın sözcüsü olmuşlardır. Yoksul köylülerin, kadınların, emekçilerin mücadelesi, bu sınıf tarafından manipüle ve istismar edilmiştir.
Aydınlanma çağında eşitlik, özgürlük, kardeşlik (liberty, egalite ve freternite) öncelikle alt sınıfların talebi olduğu halde bunun bayraktarlığını burjuvazi yapmıştır. Bu sınıf ekonomik alana hakimdir ama iktidar da değildir. Sosyal yaşamda olduğu gibi felsefede olan savaş da bunun savaşıdır. Yeni çağın filozofları yeni koşulların epistemolojik ve estetik kaynakları için arayış içinde oldular. Yunan ve Latin kaynaklarından hareketle eserler yazdılar. Platon’da olduğu gibi eğitimli, bilgili bir toplum ve yönetim önerdiler. Toplumun sanat ve edebiyat yoluyla özgürleşeceğini ileri sürdüler. Voltaire’in Felsefe Sözlüğü, Oidipus, Kandit, Devlet gibi eserlerini anmak gerekir.
Sanat eserlerinin yeni içerikler kazandığı biliniyor. Rousseau’nun Yeni Heloise, Sözleşme adlı kitapları bu çerçevede anmak gerekiyor. Keza Diderot da Ansiklopedik faaliyetlerle bu devrimci aktivitenin bir bileşeni olmuştur. Üretilen sanat eserlerinin temasını, artık eskisi gibi dinsel, teolojik, Tanrısal içerikler almaz. Daha doğrusu bunlar geri çekilir. İnsan, doğa, toplum, sanat eserlerinin merkezine doğru ilerler. Bunu izlemek için Rönesans ressamlarına bakmak yararlı olacaktır.
Diderot’un Rameau’nun Yeğeni adlı eseri de incelenmeye değerdir. Aydınlanma tartışma kültürü ve hoşgörü açısından da devrimci bir rol oynamıştır. Aynı zamanda din ve vicdan hürriyeti bakımından da özgün bir yerde durmaktadır. Ne var ki, Marksizm üzerinden bakıldığında Aydınlanma, mülkiyet sistemini, sınıfları, üretim ilişkilerini, sınıf savaşlarını görmemiş ve/veya merkeze almamıştır. Dolayısıyla ana akım düşünce dünyasının ve akademik filozofların dediğinin aksine Aydınlanma düşüncesinde (felsefe, sanat, bilim, politika) emekçi sınıflar ve ezilen toplumsal tabakalara yer verilmemiştir. Feodal ve köleci sömürücü sınıfların yerini yeni bir sömürücü sınıf olan burjuvazi almıştır. Aydınlanma düşüncesi de temelde bu sınıfların ideolojisi olarak ortaya çıkmış ve varlık kazanmıştır. Dolayısıyla Aydınlanma düşüncesinin aydınlık yüzü, karanlık yüzünün içinde buharlaşıp kaybolmuştur.