Aktüel Dünya

Demokratik Ulus Anlayışının Birlik ve Çözüm Kabiliyeti

Yalanın Büyülü Gücü / https://demokratikmodernite.org

Roma İmparatorluğundan günümüze dek emperyal güçlerin en temel egemenlik taktiğinin “divide et impera” yani “böl ve yönet” veya “divide ut imperas” yani “yönetmek için böl” sözleriyle ifade edildiği bilinmektedir. Fakat Roma’nın “böl-yönet” icadından daha çok önem verdiği ve sır gibi sakladığı temel stratejisi, sırları yani gerçekleri saklamaktır ki bunu da Latince bir deyimle ifade etmişlerdir:

“Qui nescit dissimulare, nescit regnare!” (Gerçekleri saklamayı bilmeyen yönetmeyi bilemez!)

Mesele başkalarının Roma’nın ne yaptığının farkında olmamasıydı. Roma ne kadarını gösteriyorsa o kadarı bilinmeliydi. Yoksa tüm yollar Roma’ya çıkmazdı! Görkemli binaları, sarayları, arenaları, kanunları, orduları, generalleri ve imparatorlarıyla Roma çok fazla gözler önündeydi. Gizli olanı algıyla yaratmak istedikleri hedeflerdi.

“Gösteriş, şaşaa” büyük bir güçtü. Güç gösterisi önemli olmakla birlikte imparatorluğun asıl gücü kendilerini medeni-uygar başkalarını barbar olarak gösterebilme ve buna onları bile ikna edebilme yeteneğiydi. Tüm siyasi söylemleri ve tarih yazımlarına damgasını vurmuş olan bu olgu yani medeni-barbar ayrışması büyük yalanlar olmadan gerçekleştirilemezdi.

Her egemenlik yalanlar üzerine kurulmuştur. Gerçekleri saklamak sadece bir Roma icadı değildi, ilk devletli egemenlik tesisinden beri altın kural olarak işletiliyordu. Ancak egemenliğin “gerçekleri saklamak” ifadesi bile gerçeği tam olarak yansıtmaya yetmiyor. Bundan öteye geçen, daha derinlikli yöntemlerle egemenlik sürdürülebilmiştir. Egemenliğin sürdürülebilmesi, topluma benimsetildiği oranda gerçekleşmiştir. Bu nedenle sadece gerçekleri saklamak değil onun yerine sahteyi, yalanı geçirmek asıl becerileri olmuştur.

Bölünen, parçalanan toplumların birleşmesi her şeyden önce ideolojik bir mücadele işidir. Çünkü parçalanmanın öncelikle zihniyette aşılması gereklidir. Sömürge kişilik çözümlemeleriyle tanınan Frantz Fanon ulusun sömürge rejiminden kurtulmasının hakikatle bağını şöyle vurgular: “Sömürge rejiminin yıkılmasını hızlandıran, ulusun ortaya çıkışını besleyen, hakikattir. Yerlileri koruyan ve yabancıların kaybetmesine yol açan şey hakikattir.”[1]

Yalanlarla “büyülenmiş” olan toplumların her şeyden önce bir hakikat sorunu vardır. Egemenlerin aklıyla düşünmek, onların duygularıyla yaşamak en derin kişilik sorunlarını yarattığı gibi devrim adına yola çıkanların bile karşıtına benzemesine yol açar. Kürt halkı açısından düşüncede bağımsızlık sağlanmadan, sömürge kişiliğinde çarpıtılan hakikatlerin farkına varmak ve sistemden kopuş adına köklü bir fark yaratmak mümkün değildi. Birçok örgüt ortaya çıktığı halde sonlarının hüsranla bitmesinin temel sebebi düşünce ve yaşam tarzında sömürgeciliğe göbekten bağlı olmalarıydı.

Düşüncede Bağımsızlık Hakikat Yolunu Açmıştır

Kürt özgürlük hareketi 1978’de manifestosunu sunarken “ulusal kurtuluşa kalkmış güçler için, düşünce alanındaki bağımlılığın zerresi, ulusal ihanetle özdeştir”[2] belirlemesiyle farkını ortaya koymuştu. Bu fark yaşam tarzına da yansıyacak ve halk tarafından benimsenecek, kurtuluş umudu olarak sahiplenilecekti.

Kürt varlığının anlam kazanma sürecinin nasıl başladığı bilinmeden günümüze dek sağlanan gelişmelerin anlamı da yeterince bilinemez. Kendini bile inkâr eden bir halk gerçekliğine umut olmak, inanç aşılamak kolay olmamıştır. Öyle ki, inkâr ve imha temelindeki sömürgeciliğin adının konulması bile devrimsel bir gelişme olmuştur.

Kürdistan’da 19. Yüzyılın başından itibaren gelişen direnişler bir ülke tanımı yapmakta zorlanmıştır. Adına Kürdistan denilse bile parçalı durum adeta kader gibi kabul edilmiş ve mücadele adına bir parçayla hatta bir bölgeyle ve bazen de kendi aşiretiyle sınırlı kalma yaşanmıştır. Parçalı durumu daha da derinleştiren bu yaklaşımlar yüzünden ulusal bilinç ve bu doğrultuda birlik arayışı güçlü temellerde gelişmemiştir. Bu durumun benzeri başka ülkelerin devrim tarihlerinde de görülmüştür. Ortadoğu, Afrika, Latin Amerika, Çin, Hindistan gibi sömürgeleştirme hareketlerinin gelişkin olduğu alanların tümünde ulusal birlik oluşmasın diye coğrafyalar kadar kafalara sınırlar çizilmiştir. Bazı yerlerde Güney-Kuzey ayrışması yaratılmış ve bir parçanın işbirlikçi hale getirilip diğerine karşı kullanılması sağlanmıştır. Vietnam en çarpıcı örneklerden biridir. Ortadoğu bu parçalanmışlığın en ağır sonuçlarını yaşamaktadır ve birlik için çok az çaba gösterilmektedir. Ulus-devlet hançeriyle çizilen sınırlara bir de dinsel-mezhepsel çelişkiler-çatışmalar eklenmiştir. İslam Birliği adına ortaya çıkan örgütlenmeler formalite olmayı aşamamıştır. Oysa petrol, su, para söz konusu olduğunda rakip devletler hemen ortaklık kurabiliyor; yeter ki çıkarları uyuşsun, birlik adına hiçbir ilke tanımıyorlar.

Benzer bir durum Latin Amerika’da hüküm sürmektedir: “Bugün çokuluslu şirketlerin her biri, sınırlarla paramparça olmuş Latin Amerika’dan daha fazla birlik duygusu içinde çalışır. Kendi ulusal birliğini bile kurmayı başaramamış ülkeler nasıl topluluk oluşturabilirler? Her ülkenin kendi içinde korkunç parçalanmalar, toplumsal bölünmeler, kırsal çöllerle kentsel vahalar arasında çözümlenemeyen çelişkiler tekrarlanmaktadır.”[3]

Roma İmparatorluğu bile bölüp parçalamada bu kadar maharetli olmamıştı. İmparatorluklar hüküm kurdukları geniş toprakları eyaletlere bölerek yönetirlerken, toplumlar kısmen otonom yaşayabilmişlerdir. Kapitalizm, azami kar kanunu gereği bölüp parçalamanın yeni bir yolunu bulmuştu. Ulus-devlet adı verilen bu yeni yöntem sayesinde dil, kültür, inanç, ekonomi, tarih, coğrafya vb. toplum adına ne kadar değer varsa hepsi inkâr edilip modern kölelik yaratılmıştır. Her birey bu devlete bağlı olduğu ölçüde yaşamasına izin verilmiştir ki, bunlar kanunlarla devlet lehine güvenceye alınmıştır. Tek tip kültür ve insan yetiştirilerek azami kar için gerekli ortam sağlanmıştır. Bunun Kürdistan’a yansıması dünyada eşi-benzeri olmayan bir durum yaratmıştır.

Dört egemen devletin sömürgesi altına giren Kürdistan’ın birlik sorunu sadece sömürgeci devletler nedeniyle değil, aynı zamanda Ortadoğu’daki diğer sorunlarla bağlantılı olarak katmerli hale gelmiştir. Çözümü bulunamayan Ortadoğu’nun en ağır sorunu olduğu halde Kürt sorunu Ortadoğu gündeminden uzak tutulmaktadır. Egemen devletler ve onlarla çıkar ortaklığı içinde olanlar bu toprakların en kadim halkını parçalı ve statüsüz bıraktığı gibi soykırımdan geçirmektedirler ve bu da kapitalist uygarlık tarafından planlanıp devreye konulmuştur.

Dört egemen devletin sınırlarının aşılıp coğrafik temelde Birleşik Kürdistan’ın oluşturulması gibi bir hedef, sürekli çatışma sebebi olduğu gibi uluslararası alanda Kürt sorununun çözümsüzlüğünün en temel gerekçesi yapılmıştır. Kürdistan savaşların, komploların, darbelerin alanı olmuştur. Buna karşın coğrafik bütünlüğü ilk ulaşılması gereken hedef olarak görmek yerine, öz savunmaya dayalı olarak zihniyet ve ruh birliğini sağlamak ve bu temelde toplumsal özgürlük alanını genişletmek esas alınınca adeta mucizevi tarzda gelişmeler sağlanmıştır.

1930’lu yılların Türk Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’un ifadesiyle Kürde biçilen değer sadece kölelikti. Türk ulusuna kölece hizmet ettiği sürece Kürt halkına yaşam hakkı tanınacaktı. Egemenlik mantığının özeti buydu ve gerçekleştirdikleri soykırımlarla bu mantık tüm zihinlerde yer edinecek; kölece yaşam, işbirlikçilik-ihanet normal hale getirilecekti. Bu duruma son verecek çalışmalar sistemden düşünsel olarak köklü bir kopuşla mümkün olabilirdi. Ancak birçok reformist grup “yol, elektrik, su” gibi taleplerle ortaya çıkmış, bazı gruplar da KDP’nin söylemlerini esas almış ve sömürgecilik yerine tüm gücünü PKK ile mücadeleye harcamıştı. Bu koşullarda reformizm ve işbirlikçi-ihanetçi eğilim ulusal birlik önündeki en büyük engel olarak ortaya çıkmış ve tarihsel uğursuz rolünü oynamıştır.

Öte yandan toplum içindeki ataerkil, feodal, gerici zihniyetle mücadele edilerek özgürlük bilinci adım adım geliştirilmiştir. Yani çok yönlü bir mücadeleyle ve büyük bedellerle ancak “var olma” sağlanmıştır. Var olmanın onuru 12 Eylül zindanlarında çok büyük acılara katlanılarak korunmuş ve özgür Kürtlüğün yaşam çizgisi direniş temelinde belirlenmiştir. Ondan sonrası öz savunma savaşına cesaret etmedir ki bu tarihi karar 15 Ağustos hamlesi temelinde pratikleşmiştir. “İlk Kurşun” teorisine göre kafalardaki karakollar birer birer yıkılarak direniş dağlardan ovalara, kentlere yayılmış; NATO konseptleriyle geliştirilen özel savaşa karşı serhıldanlarla cevap verilmiş ve 1990’ların başında direniş halklaşmıştır.

Faşist darbenin ayak sesleri gelirken Abdullah Öcalan’ın Rojava’ya geçmesi Kürdistan’ın küçük parçasında yeni bir uyanış ve örgütlenme sürecini başlatmıştır. Filistin sahasındaki hazırlıklar ardından tekrar ülkeye dönüş sağlandığında özellikle Başurê Kürdistan’da KDP ihaneti tekrar çirkin yüzünü göstermiş ve Mehmet Karasungur gibi öncülerin katledilmesine sebebiyet vermiştir. Bu yıllarda Türk devleti ilk “sınır ötesi” saldırısını gerçekleştirmiş ve Kuzey-Güney sınırı bizzat kendileri eliyle anlamsız hale getirilmiştir. 1983 yılındaki bu gelişme sınırların sadece direnenler eliyle değil, sömürgeci devletlerin savaşıyla da aşılacağını göstermiştir. Rojhilat Kürdistan’ına da aynı yıllarda ulaşmak hedeflenmiş ve bu temelde çalışmalar yapılmıştır. Ancak Rojhılat’taki büyük halklaşma 1999’da uluslararası komplo karşısındaki direnişle sağlanmıştır.

Bugüne dek tüm Kürdistan’a hitap eden ve buna göre örgütlenen bir hareketin çıkmamış olması işlerin çok zorlu yürümesine sebep olmuştur. Buna KDP ihaneti de eklenince her şey adeta iğneyle kuyu kazırcasına çok büyük emeklerle gerçekleştirilebilmiştir. Dört parça Kürdistan’da halkın direniş ruhunu benimsemesinin temel sebebi, emeğe ve öz güce dayanan örgüt gerçekliğidir.

Bu gelişmelerin sosyolojik analizi klasik sömürge ülkelerindeki ölçütlerle yapılamaz. Sömürge statüsü bile olmayan, kendini bile inkâr eder hale getirilmiş bir halk gerçekliğinden özgürlük için her türlü bedeli göze alarak direnen halk gerçekliğine ulaşmanın sırrı her şeyden önce öncülükteki farkta aranmalıdır.

Düşüncede ve yaşamda bağımsız olmak, her gelişmeyi öz gücüne dayanarak emekle sağlamak, yüksek bir politik öngörüyle hareket etmek, öz savunma ilkesini her yerde, her alanda esas almak; aile, aşiret, mezhep, parça sınırlarına takılıp kalmamak, kadın özgürlük çizgisini geliştirmek, halka bağlılık, direnişçilik, cesaret, fedailik gibi özellikler, tüm değerlerin yeniden kazanılmasına, özgürlük ve hakikat yoluna girilmesine yol açmıştır.

“2005 ve sonrası yıllarda yaşanan farklılık, oluştan yeni bir özde kimlik kazanma, kalıcı varlık halini alma ve özgür yaşamda ısrardan kaynaklanmaktadır… Sorunlar artık doğuş, oluş sorunları değil, büyüme, korunma ve farklılaşmadan kaynaklanan öz kimlik ve özgür yaşam sorunlarıdır.”[4]

Doğru tanımlanan Kürtlük onun tarihinin ve kültürel varlığının doğru tespit edilmesi demekti ve bu konuda büyük bir hakikat savaşı verilerek doğru örgütlenme, doğru strateji ve taktik geliştirilmiştir. Yine bu temelde ulusal birlik öz savunmaya dayalı olarak gelişme zemini bulmuş, zihniyette ve ruhta birlik sağlanmaya başlanmıştır. Bunun her parçada ve ulusal düzeyde örgütsel karşılığının yeterince gelişmemiş olması içteki gelişme sorunları kadar işbirlikçi ve ihanetçi kesimlerden kaynaklanmıştır.

Ulusal Birlik Önündeki En Büyük Engel: Devletçi Paradigma, İşbirlikçilik ve İhanet!

Ulusal birlik adına ne kadar çaba sarf edilmişse sömürgeci devletler ve küresel güçler tarafından KDP bunun karşısına çıkarılmıştır.

Uluslararası komplo KDP ihanetini ve küresel düzeyde örülen “Kürt Kapanı” stratejisini iyice gün yüzüne çıkarmıştır. Bunca gelişme sağlanmışken tüm çabaların ihanete kurban edilmesi ve Kürt halkının özgürlüğü adına sergilenen her direniş çabasının bile uluslararası bir tuzağa dönüştürülmesi karşısında yeni bir çare bulunmalıydı. Reel sosyalizmin kılavuzluğu ve ulus-devlete dayalı çözüm arayışları miadını doldurmuştu. Artık “tavşana kaç, tazıya tut!” oyunlarını boşa çıkaracak stratejik değişimlere ve yeni çözüm yaklaşımlarına ihtiyaç vardı. Bu aşamada paradigmasal değişim gündeme gelmiş ve demokratik ulus çözümü tüm tarihsel görkemliliğiyle açığa çıkmıştır.

Yeni paradigma sadece Kürt uluslaşmasını ve birliğini geliştirmede rol oynamayacak aynı zamanda Ortadoğu kördüğümlerine cevap olacak, evrensel düzeyde de insanlığın özgürlük arayışı için, devlet ve iktidar sahası dışında anlamlı bir umut ve çözüm gücü geliştirecekti. Eşzamanlı olarak küresel güçler eliyle AKP Ortadoğu’ya bir Truva atı olarak sürülmüş; yeni paradigma temelindeki her türlü gelişmeyi önlemek için rolünü oynamıştır.

Demokratik uluslaşma anlayışı her parçada devletlerle diyalog halinde demokratik çözümü esas alıyorken AKP, bunun önüne dikilmiş ve sadece toplum kırım paradigmasıyla sonuca gitmeye çalışmıştır. Bunun diğer parçalara da yansıması olmuş ve Kürt sorunu yine çözümsüz bırakılmıştır. Türkiye’de çözüm anlayışı gelişecek olsa diğer parçaların da aynı yola girmesi kaçınılmaz olacaktır. Ancak tersi gelişmeler da aynı düzeyde etkide bulunmuş ve her dört devlet Kürt halkının demokratik öz yönetim hakkını reddederek kendileri de “Kürt Kapanı” içine sıkışmıştır.

“Kürt Kapanı” küresel güçlerin Lozan anlaşmasıyla kurdukları ve KDP eliyle her yere taşıdıkları bir tuzaktır. Devlet yıkmak ve devlet kurmakla Kürt halkına özgürlük gelmeyeceği; aksine bu vesileyle sürekli savaşlara sürüklendiği ve çürütme siyaseti uygulanarak yavaş yavaş yok edilmeye çalışıldığı yeterince açığa çıkmıştır. Buna rağmen Güney Kürdistan’ın bir bölümü üzerinde aile şirketi gibi egemenlik kurmuş olan ve tüm politikalarıyla soykırımı meşrulaştıran KDP, sanki Kürt halkına hizmet ediyormuş gibi bir algı yaratılıyor. Sırf bu algıyı yaratmak için milyon dolarlar harcanıyor.

Yine bu algı operasyonlarına kendini kaptırmış iyiniyetli çevreler de soykırıma ortak olduklarının farkında değiller:

“Hegemonik sistemin Kürtlük adına her parçada ortaya çıkardığı yapay, sahte ve saptırılmış bir Kürtlüğü maske olarak takan işbirlikçi unsurların rolü, esas olarak asimilasyon yoluyla uzun sürece yayılmış Kürt kültürel soykırımını meşrulaştırmaktır. Kürt ulusal varlığı üzerinde entelektüel, politik, ahlaki ve estetik çalışma yürütenlerin bir an bile akıllarından çıkarmamaları ve duygu dünyalarında canlı tutmaları gereken temel hususlardan birisi bu maskeli, sahte Kürtlük oluşumlarının birer tuzak olduğudur. Niyetleri ne olursa olsun, bunların rolü soykırımı meşru kılmaktır. Bunlar görünüşte Kürt ulusal varlığının bir unsuru olduklarını idda eder ve realizasyonuna girişirler; özünde ise Kürt ulusal varlığının potansiyel unsurlarını içten kemiren, ağacın kökünü yiyen kurtçuklardır. Ne acıdır ki, çoğu da bu ağacın kurdu olma rollerini bilinçsizce, günlük çıkarlar uğruna ve en vahimi de iyi niyetlice yerine getirmektedir.”[5]

İyi niyetlice soykırıma hizmet edenlerin dışında özellikle egemenlik katında kendine yer arayan ve ailesel maddi çıkarlar dışında hiçbir şeyi umursamayan KDP, ulusal birlik önündeki en büyük engel olmayı sürdürdüğü gibi, bazen geçmişteki Kürt yiğitliklerine atıfta bulunarak bugünkü ihanetini gizlemeye çalışıyor, hatta bunun için “Bağımsız Kürdistan” gibi iddiaları bile ileri sürebiliyor. Latin Amerikalıların dediği gibi “Geçmişin ihanete uğramış kahramanlarının ülkülerini gerçekleştirecek olanlar bugünün hainleri değildir.”[6]

Bu konuda kafa karışıklığı yaşayanların anlamadığı husus, küresel güçlerin bölge üzerindeki hesapları ve KDP’nin buna nasıl hizmet ettiğidir. Tüm Kürdistan bir yana Güney’de kendisine sunulmuş olan bölgeler üzerinden “küçük bir devletçik” sahibi olmayı hayal etmeleri bile “Kürt Kapanı” için kurgulanmış bir senaryodur. Bunun böyle olduğu KDP’nin “Bağımsızlık Referandumu” girişiminde iyice açığa çıktı. Kendileri her türlü özgürlükçü ve demokratik gelişme önünde engel iken esas demokrasi güçlerini suçlamaktan geri kalmıyorlar. Onlara göre bu demokrasi çevreleri özgürlük adına direnerek Kürt halkının kazanımlarını tehlikeye atıyor, küresel güçleri tahrik ederek Kürt halkının diplomasi olanaklarını yok ediyor! Kürt halkı hegemon güçlerle iş birliğine yönelirse onların sunduğu kadarıyla da olsa haklarını elde edebilir! Çünkü onlara göre Kürt halkının kendi başına özgürleşmesi imkansızdır…

Bu düşüncedeki aşağılık duygusu, maddiyata tapan ve bunun için her türlü ihaneti bir bardak su içer gibi gerçekleştirmeye hazır ruh haliyle kimse halkına fayda sağlayamaz. Bu nedenledir ki KDP Kürt halkına tarihi zararlar vermiştir. Günümüzde de sömürgeciliğin tek dayanağı işbirlikçi ve ihanetçi yapay Kürtlüktür. Bunu elinden aldığınızda sömürgeci ve soykırımcı gücün Kürdistan’da hiçbir hükmü kalmayacaktır.

Demokratik Moderniteyle Ulusal Birliğe ve Evrensel Özgürlüğe

Kendine ihanet dışında Kürde yaşam hakkının olmadığı bu uygarlık karşısında kendi uygarlığını yaratmak dışında başka alternatif kalmamıştır.

Tarihsel toplumun hakikati açığa çıkarılarak bu yola girilmiş, böylece Özgürlük Hareketi tarafından devletli uygarlık paradigması terk edilmiş; demokratik uygarlık veya demokratik modernite paradigmasına göre ulusal sorunun çözümünün adı “Demokratik Ulus” olarak belirlenmiştir.

Devletçi paradigma ne kadar parçalayıcı ise demokratik modernite paradigması o kadar birleştiricidir. Farklılıkların birliğini esas aldığı için bu paradigmaya göre, devlet dışı kalan tüm toplum kesimleri kendi inançları, dilleri, kimlikleri ve kültürleriyle özgürce yaşayıp demokratik birliklerini oluşturabilirler. Böylece birbirini reddeden, dışlayan, çatışan, sömürmeye çalışan değil koruyan, geliştiren, paylaşan toplumsallık canlanır. Toplumun ahlaki-politik niteliği bunu gerektirir. 25 yıllık tecridin bir sebebi de bu düşüncelerin Türk halkına ulaşmasını önlemek içindir.

Günümüzde Türk halkının bilmesi gereken en temel husus şudur: “Vatan hainliği, bölücülük” gibi suçlamalar Türkiye’nin küresel güçlerin kurduğu “Kürt Kapanı” içinde tutulması anlamına gelmektedir. İmralı sistemi küresel güçler tarafından kuruldu. Vaktiyle Türkiye Başbakanı sıfatıyla Bülent Ecevit’in şaşkınlığını gizlemeyip “Öcalan bize niye teslim edildi anlayamadık?” demesi, belki de Kürt sorununun ilelebet çözümsüz bırakılıp Türkiye’nin sonsuz bir savaşa sürüklendiğini sezmesinden dolayıdır. Çünkü yaşanan buydu ve bunu tersine çevirmek için demokratik ulus anlayışı gerçek bir ilaç olmuştur. Türk halkının 25 yıldır halen anlamadığı, demokrasi güçlerinin de anlatmaya gücünün yetmediği ve herkesin derinliğine anlaması gereken bu gerçeklik tecritle gözlerden ve kulaklardan uzak tutulmakta; savaş politikaları herkesi adeta uyuşturarak kısır döngüye yol açmaktadır.

Bin yıllık kardeşlikten bahseden herkesin bilmesi ve anlaması gereken diyalektik çok açıktır: Kürt halkı ne kadar özgür olursa Türk halkı da o kadar özgür olabilir!

Aynı diyalektik tüm Ortadoğu halkları açısından geçerlidir. Halklar arasına özelde de Kürt halkının birliği önüne engeller dikmek sadece küresel kapitalist güçlerin işine yarıyor. Bunun önüne geçmek adına KDP yönetimindeki Mesut Barzani’ye olası bir Ulusal Kongre’de Eşbaşkanlık teklifi bile götürüldüğü halde buna yanaşmamışlardır. Aksine sürekli olarak saldırıların ortağı haline gelmiş durumdadırlar. Aynı rolü Rojava’da KDP’nin bir yan örgütü olan ve Türk MİT’i ile ilişkilerini gizleme ihtiyacı bile duymayan ENKS oynamaktadır.

Bütün bunlardan çıkan sonuç, işbirlikçi ve ulus-devletçi kafa ile anavatan birliğinin sağlanamayacağıdır. Demokratik ulus anlayışı kendi halkına veya diğer halklara düşmanlık yapmayı kabul etmez. Bunun dışında her Kürdi güçle ulusal birlik zemininde buluşmak olanağı vardır. Çağımızda insanlığın geldiği düzey ve Kürt halkının mücadele bilinci ve birikimi ulusal birliğin sağlanması için en elverişli koşulları sunuyor. Sınırları sorun yapmadan demokratik ulus haline gelebilmek için devletçi-iktidarcı zihniyetin tutsaklaştırıcı etkilerinden kurtulmak yeterlidir. O zaman Kürt soykırımı karşısında ortak akıl oluşur ve ortak direniş cephesi geliştirilir. Halen Kürt halkı soykırım çemberinden çıkmış değildir. Yine halkımız parçalı durumunu aşmış değildir. Bu durum Kürt Ulusal Kongresinin toplanması için yeterli bir sebeptir. Dünyanın karşısına kendi kaderini kendisi tayin etmek isteyen tüm Kürt halkı olarak çıkmak tarihin önümüze koyduğu kaçınılmaz ve onursal bir görevdir. Ulusal Kongre aynı zamanda Kürt halkının kendi kaderini tayin etme konusunda uluslararası meşruiyet oluşturacaktır. Küresel düzeyde özgür Kürtlük giderek tanınıyor ve kabul görüyor. Dünyanın aydınları, emekçileri, mücadele eden kadınları, gençleri, halkları nezdinde gelişen bu zemine güvenmek ve ulusal birliğe vesile yapmak gerekiyor. Bu konuda Kürt kadını ve gençliği öncülüğünde ulusal birlik çalışmaları yapıldı. Yazar, akademisyen, sanatçı girişimleri gerçekleştirildi. Edebiyat ve dil çalışmaları bu konuda önemli roller üstlendiler. Bunlar umut verici gelişmelerdi ancak, son yıllarda bu çabalarda bir azalma görüldüğü için karamsarlık yayan KDP engelini aşmak adına “KDP’siz Ulusal Kongre” çağrıları geliştirilmiştir ve bu yaklaşım umutları yeniden canlandırmıştır. Direnişin büyüklüğü moralin ve umudun esas kaynağı olmakla birlikte, Ulusal Birlik girişimi tarihin temel bir dönemeci olacak, yüzyılların toplumsal hayali gerçekleşecektir.

Günümüz dünyasında koşullar ne olursa olsun ulusal birliğin sağlanma olanakları vardır; çünkü demokratik ulus anlayışı devletlere rağmen gelişebilecek bir anlayıştır. Devletler istemiyor diye birlik konusu bir yana bırakılamaz.

Kürt meselesi üzerine kafa yoran her çevre birlik sorununa dikkat çekmekte haklıdırlar.

“Son yetmiş yıllık süre boyunca Kürt halkının parçalanmış varlığına koşut olarak, birkaç farklı billurlaşmanın oluşmasından dolayı, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkının çoğulcu terimler içinde kavranması gerektiğini düşünüyor. Kendi kaderini tayin hakkı sorununda üç temel ve farklı yaklaşımı öngörüyor. Birincisi, bu hakkın tarihsel Kürdistan’ın bütünü çerçevesinde Kürt halkına ait olduğu yaklaşımı. İkincisi, bu hakkın, yaşadıkları devletlerde ayrı ayrı uygulanmak ve her birindeki uygulama farklı olmak üzere, Kürt halkına ait olduğu yaklaşımı. Üçüncüsü, kapsam ve derinlik bakımından bir niyet belirsizliğini, taktik esneklik temelinde stratejik bir Kürt Birliği vizyonuyla birleştirmek.”[7]

Bu gibi tartışmalar Kürt halkı arasında da geliştirilmektedir. En çok savunulan görüş devlet artı demokrasi formülüdür ki her parçadaki hâkim devletle çözümü öngörüyor. Her parçanın kendi özgünlükleri vardır. Yaşanılan devlet sınırları sorun yapılmadan demokratik çözüme gitmek bir diyaloğu gerektirir. Demokratik çözüm olanakları oluştuğunda Kürt halkının demokratik uluslaşma temelinde konfederal birliğini sağlamak, çok daha gerçekçi ve uygulanabilir olacaktır. Ancak bu demek değildir ki devletler çözüme yanaşmazsa ulusal birlik sağlanmayacaktır. Hayır, bu durumda yine konfederal anlayışla Kürt ulusal birliğini sağlamak hedeftir ve günümüzde yaşanan durum da bunun ertelenmeden gerçekleştirilmesini gerektirmektedir. Çünkü devletler demokratik çözüme yanaşmamaktadır; dolayısıyla ulusal kongre temelinde mücadele birliğini oluşturmak ve her parçada ne tür bir yapılanmaya gidileceğini ortak kararlarla belirlemek, buna göre diplomasi ve politika yürütmek en acil başarılması gereken görev durumundadır.

Bu sorunu tartışırken ön açıcı olacak tanımlama ulus olgusu uluslaşmaya dair yeni tanımlamadır: “Ulus inşa modellerinin geniş yelpazeli tanımları olsa da, hepsini birleştiren genel bir tanımı da mümkündür; o da ulusun zihniyet, bilinç ve inançla ilgili tanımıdır. Bu durumda ulus ortak zihniyet dünyasını paylaşan insanlar topluluğudur. Bu ulus tanımında dil, din, kültür, pazar, tarih ve siyasi sınırlar belirleyici değil bedensel rol oynarlar. Ulusu esasta bir zihniyet durumu olarak tanımlamak dinamik bir karakter taşır. Devlet ulusunda ortak zihniyete damgasını vuran milliyetçilik iken, demokratik ulusta özgürlük ve dayanışma bilincidir. Fakat uluslar sadece zihniyet durumlarıyla tanımlanırsa bu eksik bir tanım olur. Nasıl zihniyetler bedensiz olmazsa, uluslar da bedensiz olamaz. Milliyetçi zihniyetli ulusların bedeni devlet kurumudur. Zaten bu beden nedeniyle bu tür uluslara devlet-ulus denir. Hukuk ve ekonomi kurumları ağır bastığında, bu tür ulusları ayırt etmek için pazar veya hukuk-ulus demek mümkündür. Özgürlük ve dayanışma zihniyetli ulusların bedeni demokratik özerkliktir. Demokratik özerklik esas olarak benzer zihniyeti paylaşan bireyler ve toplulukların kendilerini öz iradeleriyle yönetmeleri anlamına gelir. Buna demokratik yönetim veya otorite demek de mümkündür. Evrenselliğe açık bir tanımdır.”[8]

Sonuç olarak; ideolojik bağımsızlık temelinde geliştirilen halka dayalı politik tutum ve direniş savaşıyla Kürt ulusal varlığı her yönüyle açığa çıkarılmış, öz yönetim bilinci ve gücüne kavuşulmuş, bu sayede de ulusal birliğin zemini güçlü şekilde örülmüştür.

Öte yandan Jin Jiyan Aazadi serhıldanlarında görüldüğü üzere kadın özgürlük çizgisiyle ulusal birliğe en büyük katkıyı sağlanmıştır. Küresel çapta geliştirilen tecrit karşıtı eylemler ise demokratik modernite paradigmasının gücünü göstermiştir. Buna göre ulus olmak artık devlet kurmakla veya devletlere dayanarak gerçekleşmeyecektir. Bu tarz uluslaşmanın dönemi geçmiştir. Bizzat toplumun kendisi, bilinçli emeğiyle kendi uluslaşmasını inşa edecektir. Bu anlayışta sınırlarla uğraşmak, devletlerden beklenti içine girmek ya da sırtını başkasına dayamak yoktur; öz güce dayanarak özgürlüğünü kendi elleriyle yaratma vardır.

  • [1]     Frantz Fanon; Yeryüzünün Lanetlileri
  • [2]     Abdullah Öcalan; Kürdistan Devriminin Yolu
  • [3]     Eduardo Galeano; Latin Amerika’nın Kesik Damarları
  • [4]     Abdullah Öcalan; Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü
  • [5]     Abdullah Öcalan; Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü
  • [6]     Eduardo Galeano; Latin Amerika’nın Kesik Damarları
  • [7]     Ortadoğu’da Azınlıklar kitabından Richard Falk alıntısı
  • [8]     Abdullah Öcalan; Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü

Nurettin Amed

EB / Aktüelsanat

portal için içerik derleyici
Yazarın bir önceki yazısı
Kapalı
Başa dön tuşu