Aktüel Dünya

Devlet otoriter bir nitelik kazansa da Kürtleri teslim almayı başaramadı

Ertuğrul Mavioğlu / https://qad.institute

QAD-Barış Meydanı ekibi olarak, Kürt meselesinin çözümünün devletin köklü bir dönüşümünden geçtiğine inanıyoruz. Bunun için öncelikle devletin üzerine inşa edildiği çatışma, hiyerarşi ve iktidar alanlarını derinlemesine kavramamız gerektiğini düşünüyoruz. Devletin içinde ve çeperinde on yıllardır süregelen dönüşümleri emek ve sabırla takip eden; karmaşık ilişkiler ağı üzerine çalışan yazar ve gazeteci Ertuğrul Mavioğlu ile devletin ve toplumsal mücadelelerin dönüşümü üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Mavioğlu’nun 12 Eylül Rejimini derinlemesine ele alan üçlemesi, Asılmayıp Beslenenler (2004), Apoletli Adalet (2005), Bizim Çocuklar Yapamadı (2008), Türkiye’nin bugünlerini kuran önemli tarihsel kırılmaları kavramak isteyenler için en önemli kaynaklar arasında yer alıyor. Diğer yandan, Ahmet Şık ile kaleme aldıkları Kırk Katır Kırk Satır başlıklı çalışmalar1 AKP, Kemalistler ve Gülen Cemaati arasında gerçekleşen karmaşık ve şiddetli iktidar mücadelesinin nasıl ve kimler tarafından yürütüldüğünü ortaya koyuyor. Mavioğlu ile devletin son 50 yıllık dönüşümüne odaklanan ve güncel iktidar yapılanmasını daha derinlemesine kavramamızı sağlayacak bir söyleşi gerçekleştirdik.

Bu çerçevede:

Harun Ercan: Bir devrimci olarak 12 Eylül zindanlarına düştüğünüzde oldukça gençtiniz. 2015 yazından bu yana AKP-MHP koalisyonu öncülüğünde devam eden otoriterleşme sürecinde de yargı şiddete maruz kaldınız. Bu iki karşı-devrimci projeyi toplumsal muhalefeti bastırma pratikleri bakımından karşılaştıracak olsak neler söylenebilir? Sivil iktidarın öncülük ettiği iktidar koalisyonu toplumsal muhalefeti bastırma konusunda çok daha başarılı diyebilir miyiz?

Ertuğrul Mavioğlu: 1980’in Mart ayında gözaltına alındığımda henüz 18 yaşında bir gençtim. Elbette ki devletin mücadele içinde olan bir devrimciye nazik davranmayacağının farkındaydım ama yine de polisin bu denli saldırgan, küfürbaz, lümpen karakteriyle, elektrik, falaka, tazyikli soğuk su sıkma, kaba dayak, soğukta bekletme gibi çeşitli işkence yöntemleriyle ilk kez o zaman karşılaştım. İnsan başına gelen böylesi büyük bir şiddetle ilk anda pek yüzleşemiyor. Aklınızdaki tek düşünce, arkadaşlarınıza, örgütünüze zarar vermeden girdiğiniz bu zorunlu sınavı atlatmak oluyor. 15 günlük işkence faslından sonra tutuklandım. Dört yıla yayılan uzun bir dönem de cezaevinde kaldım. 12 Eylül Darbesini Davutpaşa Askeri Cezaevi’nde karşıladım. Sonra Sultanahmet, Sağmalcılar ve en son olarak da Metris’te kaldım. O dönemde de şimdi olduğu gibi cezaevleri birer işkence yuvasıydı. Sık sık saldırıya uğruyorduk. Yaralanan, atılan kurşunlardan bacağı kesilen, kaldığı hücrede asılan arkadaşlarımız oldu.

Zaman içinde hem sizin hem de arkadaşlarınızın başına gelen bu büyük şiddet dalgasını sorguluyor ve arkasındaki gücün kimliğini, niteliğini daha net biçimde çözme yeteneğine kavuşuyorsunuz. Zaman zaman, “Biz beton tedavisi gördük” diye tanımlarım başımıza gelenleri.  Gerçekten de betonuyla, demir parmaklıklarıyla, yüksek duvarlarıyla, kalem kıran hakimleriyle, kelle isteyen savcılarıyla, polisiyle, kanlı gözbağlarıyla, işkenceleriyle hemhal olunca, devleti de yakından tanımış oluyorsunuz. Bütün bu sürecin bana kattığı en büyük özellik, devletin kendi varlığını sürdürmek ve elbette ki temsil ettiği sınıfları korumak, kollamak için kötülükte hiçbir sınır tanımayacağı gerçeğini bizzat deneyimleyerek öğrenmiş olmamdır.

1984 yılı başında serbest kaldım, aralardaki diğer gözaltı olaylarını saymazsak, yaklaşık üç yıllık bir sürecin ardından yeniden gözaltına alındım. Görünüşte askerler görevi sivillere devretmişler, askeri mahkemelerin yerine de devlet güvenlik mahkemeleri geçmişti. Fakat 1987’de gözaltına alındığımda ilkinden çok daha ağır işkencelerle karşılaştım. Ağır işkenceler daha büyük direnmeyi gerekli hale getirir. Sonrasında yeniden tutuklandım ve bir dört yıl kadar daha hapis hayatım oldu. Açık söylemek gerekirse biri askeri biri sivil dönem olan her iki dönemde de devlet gerçekte aynı devletti. Saldırgandı, mütecavizdi ve ama her dönem bir öncekine göre daha ileri yöntemler kullanıyordu. Yaşayan bir organizma misali, bir önceki hatalarından dersler çıkarıyor, eğer açıkları varsa onları kapatıyor, daha önceki vahşi yöntemlerine yenilerini ekleyerek düşmanını ezerek hayatta kalma çabasını sürdürüyor.

Kendi yaşamım üzerinden geriye doğru baktığımda 1970’li yıllarda pek çok devrimcinin kanına girmiş, onları hapse atarak sindirme yolunu seçmiş olan devletten geriye kocaman bir şiddet toplamı çıktığını görüyorum. Daha önce Kürt isyanları karşısında gösterdiği büyük şiddetten edindiği deneyimleri bu kez kentlerde kan dökerek uygulamaya koyuyor. İdamlara, 30 Mart, Nurhak gibi katliamlara imza atıyor. Çok sayıda devrimciyi de ağır cezalarla yargılıyor. Bu dönemde aydınlar da devletin işkencesinden ve yasaklarından nasibini fazlasıyla aldılar. O dönem sık sık tekrarladıkları “Masum öğrenci hareketleriyle başlayıp devleti yıkmaya yöneldiler” cümlesi, dönemin devlet aklının özetini verir.

1980’lerde işkenceyle, kurşunla, idamla ya da cezaevlerinde katledilen devrimcilerin adlarını sıralamaya kalksak ne vaktimiz yeterli olur ne de yerimiz. 1980’li yılların devlet aklı, askeri cunta eliyle yoğun bir şiddet sarmalıyla halkı teslim almayı hedeflemişti. Bunda kısmen de olsa başarı sağladığının ise hepimiz farkındayız. Diğer yandan 12 Eylül Darbesinin gerçekte sermaye sınıfının darbesi olduğu artık sır değil. Dünyada gelişen küreselleşme dalgası gelişmiş ülkelerde ekonomi içi zor mekanizmalarıyla yaşama geçirildiyse, Türkiye gibi ülkelerde ekonomi dışı zor mekanizmalarının devreye girmesini zorunlu kıldı. Devlet aklı, küresel sermaye trenine gecikmeyle de olsa binmenin telaşıyla hareket etti. Büyük patron Vehbi Koç’un Kenan Evren’e yazdığı mektupta verdiği akıllar, dönemin TİSK Genel Başkanı Halit Narin’in “artık gülme sırası bizde” deyişi, basite alınmayacak kadar sermaye sınıfının elde ettiği yeni mevzileri üstü kapalı biçimde tarif eder. Bunun için üniversitelerin başına YÖK getirildi. Bunu için ilerici sendikaların kapısına takılan kilitler 10 yıldan uzun bir süre hiç açılmadı. Bunun için grevler yasaklandı. Bunun için sendikacılar, ileri işçiler yargılandı, ağır cezalara çarptırıldı.

1990’lar ezildi sanılan devrimci muhalefetin yeniden ayağa kalktığı dönemdir. Ve devlet 70’lerden, 80’lerden elde ettiği deneyimleri, bu deneyimlere uygun örgütlenmeleriyle beraber devreye sokmakta gecikmeyecekti. O yıllardan geriye, Hizbulkontranın enseye tek kurşun ve satır cinayetleri, katledilen aydınlar, devrimcilere kurulan kanlı pusular, ev baskınlarında yaşanan onlarca infaz, JİTEM gibi derin devlet yapıları kaldı. O günlerin devlet aklı, 1980 darbesiyle yok ettiğini düşündüğü toplumsal devrimci muhalefetin yeniden dirilişini görünce, bir kez daha toparlanmaya fırsat vermeden ezmeyi tasarlamıştı.

2000’lerde, kimileri yepyeni bir dünyaya uyanacağımız hayallerini kurarken, devletin şiddetinde bir milim eksilme olmadığı ayan beyan görüldü. Hayata Dönüş adını verdikleri cezaevlerindeki eş zamanlı katliamlar önemli bir kırılma noktasıydı. Daha önce de cezaevine sağ girip tabut içinde çıkarılan çok insan olmuştu ama neredeyse hiçbiri bu kadar göz önünde yaşanmamıştı. Bu dönemde devlet aklı, 19 Aralık 2000’deki cezaevi katliamını sadece hapishanelerde denetimi ele geçirmek için yapmamıştı. Asıl amacı devrimcileri teslim almak, onları halka teşhir ederek rıza üretmekti. O nedenle de daha önce hiç olmadığı kadar medyayı kendi propagandalarına alet ettiler.

“AKP – MHP iktidarı için “Biz bu kadarını 12 Eylül’de bile görmedik” diyenlere şaşırıyorum. Eğer o dönemde görmediğimiz zorbalıklar var idiyse aynı gömleği sırtında taşıyanlar yaşananlardan ders çıkarmış ve geçmişteki açıklarını kapatacak yöntemler geliştirmişlerdir.”

2010’lar ve 2020’lerde ise devletin 1990’larda yok edemediklerine karşı sürek avıyla geçti. Devlet bir yandan gelişmesini durduramadığı Kürt Özgürlük Hareketini alt etmek için çeşitli planlar yaparken, diğer yandan AKP ile sonrasında da MHP eliyle devlet içinde kadrolaşmaya ağırlık verdi. Aşama aşama polisi, yargıyı hatta orduyu kendisine bağımlı hale getirdi. Bunun için hiçbir komploya başvurmaktan da geri durmadı. Bu dönemin devlet aklı, MHP lideri Devlet Bahçeli’nin dilinden hiç düşürmediği “Devletin bekası” mottosuna dayandırıldı. Devletin bekası için her şey mubah görüldü. Paramiliter yapılar oluşturuldu. Yargısız infazlar yapıldı. Kentler bombalandı. Yasa, kural tanımazlık kesin bir kural oldu. Yargı kurumu iktidarın ve tabii devletin elinde muhalif güçleri ezmek için bir sopa haline getirildi. “İşkenceye sıfır tolerans” denilirken, parklar, karanlık sokaklar, ekip otolarının içleri, kameraların görmediği ya da kapatıldığı her yer işkencehaneye dönüştürüldü. Hak talep edenler karşılarında polis ve jandarma ordusunu buldu. Yazı yazan, haber yapan, gerçeği dile getiren, bu yönde sanat icra eden kim varsa, istisnasız savcılık koridorlarını, mahkeme salonlarını doldurdu. Bu politika bir yandan toplumda büyük bir yarılmaya neden olsa da korkunun gücü baskın geldi. Sadece bununla da sınırlı kalmadı, işkence ayan beyan gözümüzün içine sokuldu, mafyacılık ve mafya yöntemleri olağanlaştı.

Denetim mekanizmaları tasfiye edildiği için de hırsızlık, yolsuzluk, usulsüzlük, adrese teslim ihale, emekten sermayeye kaynak aktarılması, halkın ezici çoğunluğunun açlık ve yoksulluk sınırının altında bir yaşama mahkûm edilmesi; işte tüm bunlar normalleştirildi, hayatın doğal akışının sanki bir parçasıymış gibi algılanmaya başladı. Muhalefetin güçlendiği dönemlerde şiddet ve kural tanımazlıktan başka bir yol bilmeyen, ara dönemlerde ise yine şiddete başvursa bile sanki özgürlük ve demokrasinin alanı genişmiş gibi davranan bir devletten söz ediyoruz. Bu yanıyla, AKP – MHP iktidarı için “Biz bu kadarını 12 Eylül’de bile görmedik” diyenlere şaşırıyorum. Eğer o dönemde görmediğimiz zorbalıklar var idiyse aynı gömleği sırtında taşıyanlar yaşananlardan ders çıkarmış ve geçmişteki açıklarını kapatacak yöntemler geliştirmişlerdir. Bizim o dönem tanık olmadığımız ama bu dönem yürütme, yargı ve yasamada tanık olduğumuz kimi ayrıntılar ancak böyle anlam bulur.

Harun Ercan: AKP’nin tek parti iktidarının ilk kez sallantıya girdiği, HDP’nin önemli bir zafer elde ettiği 7 Haziran seçimi sonrasında Kürt illerinde Kent Savaşları başladı. Ağustos 2015’den ve Mart 2016’ya kadar sürdü. Dört ay sonra da 15 Temmuz başarısız darbe girişi oldu. Hala bu kritik kavşakta gerçekleşen hadiselerle örülmüş bir karşı-devrim döneminin içindeyiz. 2015 yazından bu yana demokratikleşme ve barış imkanının yanı sıra yılların mücadele birikimleri ve emeği ile kurulmuş önemli siyasi mevziler güç kaybetti. İktidarın analizine gelmeden önce şu soruya odaklanmak istiyoruz: Devrimci ve reformist toplumsal muhalefet, Gezi ayaklanmasından (Haziran 2013) başarısız darbe girişimine (Temmuz 2016) kadar geçen dönemde ne gibi stratejik hatalar yaptı?

E. Mavioğlu: Gezi direnişi, belki de son 100 yıllık tarihimizin gördüğü en büyük şehir ayaklanması olarak hafızalarda yerini aldı. O dönemde sokaklara çıkan, özgürce halaylar çeken, parklarda büyük bir kardeşlik ve dayanışma örneği yaratan, barikatlarda direnen, hep birlikte gaz yiyip hep bir ağızdan şarkılar söyleyen insanların bu deneyimi unutması mümkün değil. Daha da önemlisi, bu büyük isyan hareketi devletin de hafızasına yazıldı.

Bunu, devletin her fırsatta Gezi’den intikam almaya çalışmasından anlıyoruz. Gezi için kurulan mahkemelerden, milyonların sokağa çıktığı bir hareketin faturasını birkaç tanınmış simaya kesmeye çalışmasından anlıyoruz. Devlet hafızası güçlü olduğu kadar kindardır da. Üstelik, dünya devletleri arasında ‘kindarlık sıralaması’ yapılsa, Türk devleti hiç kuşkusuz ilk üçte yerini alır. Bu nedenle, aradan on yıldan fazla bir süre geçmesine rağmen, Türk devleti Gezi ayaklanmasını hazmedebilmiş değil. Dahası, içine yerleşen korkuyu da aşabilmiş değil. Eminim, devletin üst kademelerinde halkın tahammül sınırları üzerine bolca değerlendirmeler ve araştırma yapılıyordur. Çünkü o ünlü dizedeki gibi: “Hiçbir korkuya benzemez halkını satanın korkusu.”

Gelelim bizim cenaha. Gezi direnişine başından sonuna kadar katılmış, Taksim Dayanışması toplantılarına aktif olarak katılmış ve görüşlerini açıkça ifade etmiş biri olarak öncelikle şunu belirtmem gerek: Gezi, kendiliğinden ortaya çıkmış bir hareketti. Bütün kendiliğinden (spontane) hareketler gibi, iki temel özelliği içinde barındırıyordu. Birincisi, verili şartlar bu dayatmıştı ve bu yüzden ayaklanma, lokal bir eylemin ötesine geçti. Gezi Parkı’ndan doğan hareket, kısa sürede dalga dalga Türkiye’nin dört bir yanına sıçradı. Görünen o ki, kitlelerin sürekli azarlanmasına, gözüne parmak sallanmasına, tehditlere, yoksulluğa, hırsızlığa ve kuralsızlığa tahammülü kalmamıştı. Bardak taşmıştı ve bu nedenle özgürlük talebi hiç beklenmedik bir şekilde sokaklara yayılıverdi. Sokaklara çıkan milyonlarca insan, özgürlük talebine öylesine sıkı sarıldı ki, devletin uyguladığı yoğun şiddete rağmen uzun süre geri adım atmadı.

Ayaklanmanın ikinci özelliği örgütsüz olmasıydı. ‘Neden yenildi ya da geri çekildi?’ sorusunun yanıtı da tam olarak bu noktada düğümleniyor. Örgütsüzlük hali sadece kitlenin içinde değil, örgütlü olduğunu iddia eden grupların şaşkınlığında da kendini gösteriyordu. Örgütsüz ya da daha doğru bir ifadeyle öncüsü olmayan bir ayaklanmanın sonu ne olabilecekse, Gezi’nin de sonunu o getirdi. Taksim Meydanı ve Gezi Parkı işgal edildikten sonra birkaç stratejik hata yapıldı. Birincisi, diğer şehirlerdeki eylemlerle koordinasyon sağlamak için hiçbir ciddi girişimde bulunulmadı; eğer olduysa da tamamen etkisiz kaldı. Oysa yapılması gereken, hızla komiteler kurarak örgütlü bir mücadele hattı inşa etmekti. Örgütlülük, eylem sürecinde yaşanan dağınıklığı, provokasyonları ve fevri hareketleri önleyerek daha etkili bir mücadele stratejisi oluşturabilirdi. Ancak, büyük çoğunluğu devletin gerçek yüzüyle ilk kez karşılaşan bu kitle, örgütsüzlük hali devam ettikçe dağılmaya başladı ve nitekim süreç tam da böyle sonlandı. Eğer bu hızlı akış, doğru bir müdahaleyle dönüştürülebilseydi, bir program ve siyasi nitelik taşıyan taleplerle desteklenseydi, kitlelerin eline daha güçlü savunabilecekleri argümanlar verilseydi, irade kazandırılabilseydi, ayaklanma bu kadar hızlı sönümlenmeyebilirdi. Ancak tüm bunları gerçekleştirebilmek, öngörü sahibi olmayı, kitlelerden gelen işaretleri doğru okuyup çözümlemeyi ve buna göre pozisyon alıp hazırlıklı olmayı gerektiriyordu. Maalesef, tüm kendiliğinden başlayan hareketler gibi Gezi de kaçınılmaz sonunu yaşamaktan kurtulamadı.

“…diğer bir açıdan bakıldığında, ‘Çözüm Süreci’nin varlığı bu isyanın başlamasında irade dışı bir rol oynadı. Çünkü Kürt sorununun ağırlığından, geçici bir süreliğine de olsa kurtulan kitleler, yıllar sonra kendi sorunlarına yönelerek kendi çözümlerini üretmenin yollarını aramaya başladılar. İşte bu bağlamda buldukları çözüm, Gezi İsyanı oldu.”

İkincisi, Kürt hareketinin başlangıçta ‘Çözüm Süreci’ni gerekçe göstererek Gezi’ye mesafeli durması, eylemi kısmen de olsa zayıflattı. Ancak, diğer bir açıdan bakıldığında, ‘Çözüm Süreci’nin varlığı bu isyanın başlamasında irade dışı bir rol oynadı. Çünkü Kürt sorununun ağırlığından, geçici bir süreliğine de olsa kurtulan kitleler, yıllar sonra kendi sorunlarına yönelerek kendi çözümlerini üretmenin yollarını aramaya başladılar. İşte bu bağlamda buldukları çözüm, Gezi İsyanı oldu.

Üçüncüsü, demokratik kitle örgütlerinden siyasi örgütlere kadar herkes hazırlıksızdı ve polisin şiddeti, gözaltı ve tutuklamaları karşısında nasıl bir tutum alacağını bilemedi. Örgütler, gözaltına alınan ve tutuklanan arkadaşları için destek ve dayanışma talep ederken, aslında doğru olan, yeni eylemler düzenlemek ve daha fazla eylemcinin tutuklanmasını göze almaktı. Çünkü tutuklamalar, devletin eylemi bastırmak ve içten parçalamak için geliştirdiği en kaba hamleydi. Gezi isyancılarının moral düzeyi yükselmiş ve hareket epey ileri bir aşamaya taşınmışken, devletin hamlesinin peşine takılmak vahim bir hata olurdu. Ama bu hata da yapıldı. Örgütler hazırlıksızdı; içten içe, 12 Eylül yenilgisinin izlerini hâlâ üzerlerinden atamamışlardı. Beklemedikleri anda gelen bu isyanı tahlil edip müdahale edemediler. Bu yüzden, akışa kendilerini kaptırmak zorunda kaldılar. Bu durum, aynı zamanda halkın nabzını tutma konusundaki feraset eksikliğini de net bir şekilde ortaya koydu.

Dördüncüsü, eylemin önderi gibi görünen Taksim Dayanışması, özellikle ölüm ve yaralanma haberleri gelmeye başladıkça eylemi sonlandırma telaşına kapıldı. Son gün, polisin yoğun gaz saldırısının ardından Gezi Parkı’nın terk edilmesi ve parklara dağılma kararı hem güçlerin bölünmesine yol açtı hem de kitlenin zihninde “bu iş bitti” algısı oluşturdu. Sonrasında bazı sol örgütler Gezi’nin mirası üzerinden siyaset yapmaya çatıştı; ancak bu çabalar da kitleler üzerinde karşılık bulamadı.

Beşincisi ve sonuncusu, Gezi isyanı her ne kadar sona ermiş olsa da yarattığı potansiyeli örgütlemek hayati bir önem taşıyordu. Ancak bu potansiyeli harekete geçirecek doğru argümanlar ve taktikler geliştirilemedi. Bu nedenle, o büyük enerji bir anlamda heba oldu. Gezi’ye benzer başka bir isyan tekrar yaşanıp yaşanmayacağı bilinmez, ancak bu süreç, şehirlerin böylesi ayaklanmalar için uygun zeminler sunduğunu gösterdi. Ayrıca Gezi isyanı, önceleri sol cenahın uzun süre küçümsediği taraftar gruplarının, plaza çalışanlarının ve kenar mahalle çocuklarının böylesi anlarda yüreklerini ortaya koyabildiklerini gösterdi. Bu grupların, mücadelenin potansiyel güçleri arasında asla ihmal edilmemeleri gerektiği de bu deneyimle net bir şekilde anlaşıldı.

Harun Ercan: Artık yakın tarihin bugüne getirdiklerine odaklanalım istiyoruz. 12 Eylül Rejiminin karşı-devrim pratiği kayda değer bir tarihsel birikim üzerine inşa edilmişti. İttihatçılarla başlayan, Soğuk Savaş’ın ilk yıllarından itibaren ABD’nin de desteğiyle sürekli modernize edilen gayri nizami harp doktrinleri ve pratikleri doğrultusunda hem devletin askeri-bürokratik kurumları hem de faşist hareket etkili bir şekilde harekete geçirildi. Kürt Hareketinin yükselişine paralel şekilde Türk Devleti’nin 1980’li ve 1990’lı yıllardaki dönüşümünü ve siyasal rejimin otoriterleşmesini nasıl anlayabiliriz?

E. Mavioğlu: Kürt siyasal hareketinin gelişimi karşısında Türk devletinin pozisyonunu iki boyutlu ele almak doğru olur. Birincisi, askeri boyutudur. 1980’lerde Türk devleti, dünyanın en büyük ordularından birine sahipti, ancak gerilla savaşı konusunda ciddi bir tecrübesi yoktu. Kontrgerilla olarak bilinen Özel Harp Dairesi, Seferberlik Tetkik Kurulu ve MİT gibi karanlık faaliyetler yürüten örgütler, suikastlar, özel savaş taktikleri uygulamak için kurulmuştu, ancak derin bir deneyime sahip değillerdi. Bu yapılar, çoğunlukla ABD’de özel savaş eğitimi almış kadrolardan oluşuyordu, ancak gerçek bir gerilla savaşı deneyimlememişlerdi. 1970’lerde Ziverbey Köşkü gibi işkence merkezleri ve Kızıldere katliamı gibi faaliyetlerle bilindiler. Türk devletinin savaş gücünün gelişiminin en belirgin dönemi 1970-1980 yılları arasında oldu. Bu dönemde, silahlı mücadeleye dayalı birçok sol örgüte karşı kendini geliştirmeye başladı. Yeni taktikler üretti, yeni yöntemler benimsedi. NATO üyesi olmanın da etkisiyle, Vietnam ve Latin Amerika’daki devrimci hareketlere, Avrupa’da Kızıl Tugaylar, RAF, Direct Action gibi devrimci örgütlere karşı geliştirilen taktiklerden dersler çıkardı.

1970’lerde TKP-ML’nin Dersim’de, THKO’nun Nurhak dağlarında kır gerillası oluşturmak için başlattığı faaliyetler, geride çok güçlü deneyimler bırakmadı. 1974 sonrası gelişen devrimci örgütlenmeler 1980’lerin başlarına kadar Türkiye ve Kürdistan’da kır gerillasını yaratacak güce sahip olamadılar. 1980’lerin başları, bu açıdan ciddi bir kırılma yarattı. Kimi sol örgütler, tüm tecrübesizliklerine ve yetersizliklerine rağmen “kırdan şehire devrim” tezine denk düşecek biçimde kırsal alanda yarı gerilla, gerilla tarzı bir örgütlenmeye gittiler. Bu dönemde, örneğin, Dersim’de karakollar basıldı, muhbirler cezalandırıldı ve silahlı propaganda faaliyetleri yürütüldü. 12 Eylül 1980 sonrası ise benzer bir kır örgütlenmesi Dev-Yol’un öncülüğünde Karadeniz Bölgesi’nde başlatıldı. Açıkçası, biraz zorunluluktan ötürü başlatılmış olan bu faaliyet de uzun erimli olamadı.

“40 yılı aşkın bir süredir Kürt Özgürlük Hareketiyle savaşan Türk Devleti, bazı hesaplamalara göre 1 trilyon doların üzerinde harcama yaptı ve oluk oluk kan döktü, ama Kürtlerin iradesini kırmayı başaramadı. Bununla birlikte, tek bir alanda başarı sağladı: savaştan rant elde etmek.”

Burada ayırt edici olan olgu, 1978 yılında kurulan PKK’nin 12 Eylül darbesinin hemen öncesinde ricat etmesi ve gerilla hazırlıklarını ağırlıklı olarak Bekaa Vadisi’nde kurduğu kamplarda yapmasıydı. Hazırlıklarını tamamladığına inandığı bir anda, yani 15 Ağustos 1984’te, Eruh ve Şemdinli baskınlarını gerçekleştirerek gerilla savaşını başlattı. Bu baskınlar devlette şok etkisi yarattı. Görünüşte cunta iktidarını sivillere devretmişti, ancak ipleri büyük ölçüde elinde tutmaya devam ediyordu. İlk şaşkınlık atlatıldıktan sonra, Kürt köylerine baskınlar yapılmaya başlandı. Devlet otoritesinin “her şey bitti” şeklinde propaganda yaptığı bir dönemde, bu durum kitlelerde de sarsıcı bir etki yarattı. Bu aşamadan sonra savaş iki boyutlu bir şekilde ilerledi. Bir boyutu, köylere yapılan baskınlarla Kürtler üzerinde uygulanan alabildiğine baskıcı yöntemlerdi, diğer boyutu ise kamuoyunda kullanılan küçümseyici “üç beş terörist, devlet bir kaşık suda boğar” söylemiydi. Ancak devlet, PKK’yi bir kaşık suda boğamadı. Çok can aldı, çok can verdi ve süreç bu biçimde ilerledi. Dağların sarp yamaçlarında silahlar eşitti. Çünkü dağlara tank çıkamıyor, uçakla vurmak istese yerini tespit edemiyor, obüs gibi topları kullanamıyor, teknik olanakları ise bugünle kıyaslanmayacak kadar zayıf ve düzenli orduyla gerillayı alt etmeye çalışıyordu, ancak başaramıyordu. Devlet, bir noktada savaşa daha fazla kaynak ayırmaya ve tekniklerini geliştirmeye başladı. Aynı zamanda ordunun yapısında da değişikliklere giderek, özel eğitilmiş birlikleri dağlara göndermeye başladı.

Sonra Cobra helikopterleri geldi ve mağara ağızlarında gerilla avına çıktı. Gerilla, bir süre kayıp verse de karşı taktikler geliştirdi. Daha sonra heronlar devreye girdi; nokta atışıyla yapılan tespitler sonucu gerilla yine kayıplar verdi, ancak bu hamleye karşı da taktiklerini uyarladı. Ardından SİHA’lar sahneye çıktı. Gerilla, bu sefer daha büyük kayıplar yaşasa da devletin bu yeni hamlesine de yanıt vermeyi başardı. Yani askeri boyut açısından bakıldığında, devletin tüm teknik imkanlarını, kimyasal bombaları ve yasaklı silahları kullanmasına rağmen sonuç alacak noktaya bir türlü ulaşamadığını görebiliyoruz. 40 yılı aşkın bir süredir Kürt Özgürlük Hareketiyle savaşan Türk Devleti, bazı hesaplamalara göre 1 trilyon doların üzerinde harcama yaptı ve oluk oluk kan döktü, ama Kürtlerin iradesini kırmayı başaramadı. Bununla birlikte, tek bir alanda başarı sağladı: savaştan rant elde etmek. Her savaş, kendi savaş ağalarını yaratır. Türk devleti de “savunma sanayii” adı altında çeşitli teşviklerle Saray çevresinde büyük ve yeni bir rant alanı oluşturdu. Açıkçası, Kürtlerle savaşında belki de başarılı olduğu tek konu bu oldu. Dünyada silah ihraç eden ülkeler arasına Türkiye on birinci sıraya yükseldi ve dünya genelindeki toplam pastadan da yüzde 1.1’lik bir pay aldı.

İkinci boyut ise siyasiydi. Devlet, gelişmelere göre farklı taktikler izledi. Örneğin koruculuk sistemini getirmesi, Kürtleri Kürtlere kırdırma politikasıydı ve başlangıçta çok da başarısız bir hamle gibi görünmüyordu. Ancak devletle işbirliği yapan aşiretler dışında kalan bölgelerde koruculuk sistemi, köylülere dayatmayla, tehdit ve zorlamayla, hatta kimi zaman işkenceyle kabul ettirildi. Bu yanıyla koruculuk sistemi, kısa bir süre içinde dejenere oldu. Korucular, haraç almaya, tehdit yoluyla mala el koymaya başladılar. Arkalarında devlet olduğu için diledikleri gibi asıp kesenler çıktı. Korucular arasında kadınlara tecavüzden, gaspa kadar pek çok kirli işin içinde yer alanlar oldu.

Türk ordusunun özel savaş birimi olan JİTEM’in içinde de korucuların yanı sıra PKK itirafçıları da yer aldı. Hiç kuşkusuz bunların verdikleri zarar büyüktü. En büyük zarar ise bölgede korkunun yayılması oldu ki, devletin de hedefi buydu. Fakat ne JİTEM ne de koruculuk sistemi, devletin bölgede tam anlamıyla hakimiyet kurmasını sağlayabildi. Aksine, devlet ile Kürtler arasındaki mesafe giderek daha da açıldı. Bu durum, Kürtlerin yasal alanda siyaset yürütmeleri ve başarı elde etmeleri için güçlü bir zemin yarattı. Kürtler, belediyelere, muhtarlıklara ve giderek bağımsız adaylarla Meclis’e kadar girdiler. Kürt siyasi partileri defalarca kapatıldı, gazeteleri mühürlendi. Ama Kürtler ne parti kurmaktan ne de yeni gazete açmaktan yoruldu. Devletin siyasi baskıları, Kürtlerin inadını ve iradesini daha da güçlü hale getirmekten başka bir sonuca yol açmadı. Bir zamanlar “avukatsız halk” olan Kürtlerin artık yönetimini üstlendikleri baroları var. Bir zamanlar Meclis’ten yaka paça atılıp hapse tıkılan Kürtlerin artık Meclis’te kocaman bir grubu var. Bir zamanlar gazete dağıtımcıları katledilen, binalarına bomba konulan Kürtlerin artık hem gazeteleri hem radyoları hem de televizyonları var. Bir zamanlar “doğduğu köyün sınırları dışına çıkmamış” Kürtlerin artık uluslararası düzeyde diplomasi yürüten, dünyanın pek çok kentinde eylemler yapabilme kapasitesine sahip örgütlenmeleri var. Barış mücadelesi temelinde yüzlerce Batılı aydını harekete geçirebilecek güce sahip yapıları var.

Diğer yandan Kürt siyasi mücadelesinin gelişimi, devletin taktiklerinde de değişikliklere yol açtı. Devlet, Kürtlere karşı lobiler yürütmeyi ve Avrupa devletleriyle ticaret kozunu kullanarak pazarlıklar yapmayı öğrendi. Zaman zaman PKK’ye karşı dünyanın çeşitli ülkelerinde alınan kararlarla kısmi başarılar da elde ettiler. PKK’nin terör listelerine yazılması, flamalarına ve Apo posterlerine getirilen yasaklar, hep bu faaliyetlerin ürünüydü.

Devlet içeride de yeni taktikler geliştirdi. Yasal mevzuatı defalarca düzenleyerek mahkemeleri kendi çıkarlarına göre tasarladı ve rahatsızlık duyduğu herkesi hapse atabilecek bir güç yarattı. Yeri geldi seçim sonuçlarını tanımadı, savaş çıkartarak seçim kazandı. Yeri geldi seçilmiş belediye başkanlarını teröristlikle suçlayıp tutukladı ve belediyelere kayyumlar atadı. Ancak tüm bu baskı ve zorbalıklar ne Kürt özgürlük mücadelesini bastırabildi ne de Kürt halkını yıldırmaya yetti. Devletin otoritesini artırdıkça geri adım atması beklenen Kürt halkı, kimi geçici suskunluk dönemleri yaşasa da taleplerinden vazgeçmedi ve bunu her fırsatta gösterdi. Sonuç olarak, devlet Kürtlerin yükselen mücadelesi karşısında otoriter bir nitelik kazansa da Kürtleri teslim almayı başaramadı. Üstelik artık elinde deneyip sonuç alma ihtimali bulunan yeni bir koz da kalmadı.

“Herkes Tansu Çiller söylediği için sadece ona aitmiş gibi düşündü; oysa devlet açısından da “devlet için kurşun atan da kurşun yiyen de” hep “bizim çocuklar”dı. Onların bazı kabahatleri ve suçları küçük bir kulak çekmeyle, biraz azarlamayla affedilebilirdi—nitekim öyle de oldu.”

Harun Ercan: 1990’lı yıllarda müzakere, barış ve çözüm yerine, Kürt Hareketi’ni ne pahasına olursa olsun bastırmak adına devlet elitleri topyekûn şekilde gayri nizami harp pratiklerine başvurdu. Bu dönemde devlet adına suç işleyen çok sayıda asker, polis, siyasetçi, organize suç grupları vardı. Ama bunlar arasından sadece Mehmet Ağar ile ilişkili, bazı Özel Harekatçıların içinde yer aldığı bir kriminal ağ mahkeme yüzü gördü. Bu dönemde yargılanması gereken ama dokunulamayanlar hangi kişiler veya kurumlardı? Susurluk hadisesi aslında planlı bir iç tasfiye miydi yoksa toplumsal muhalefetin baskısıyla ödenmiş bir diyet mi?

E. Mavioğlu: MİT’in Kontraterör Daire Başkanı Mehmet Eymür, hazırladığı ikinci “MİT raporu” ile kamuoyunda “Susurluk Çetesi” olarak anılan yapıyı ilk deşifre eden kişi oldu. Başlangıçta bu rapor medyada pek ciddiye alınmadı. Ancak Susurluk’ta faşistlerin namlı katillerinden Abdullah Çatlı, DYP milletvekili Sedat Bucak ve emniyetçi Hüseyin Kocadağ’ın bindikleri Mercedes ile bir kamyona çarpmalarıyla kontrgerilla gerçeği asfalta yayıldı. Bu olayın ardından tüm Türkiye, bu yapının bir devlet çetesi olduğunun farkına vardı. Çok fazla isimlendirme yapıldı, örneğin derin devlet denildi. Ancak devleti tanıyanlar, derin devlet diye bağımsız bir yapının olmadığının, bunların devlet içindeki bir organizasyon olduğunun bilincindeydiler. Fakat bu yapı artık deşifre olmuştu ve devletin, en azından kamuoyu nezdinde, bu unsurlardan arınıyormuş gibi bir hamle yapması gerekiyordu. Çünkü bu kişilerin gasptan adam öldürmeye, mala zorla el koymaya, kumar ve uyuşturucu ilişkilerine kadar pek çok yasadışı faaliyette yer aldığı ortaya çıkmıştı.

Toplumsal muhalefetin de baskısıyla, bu kirli işlere bulaşanlar hakkında çeşitli soruşturmalar ve davalar açıldı. Bir kısmı yargılanıp ceza aldı, hatta hapse girenler de oldu. Ancak verilen hapis cezaları, işlenen suçların ağırlığı dikkate alındığında oldukça kısa sürdü. Örneğin, Mehmet Ağar’ın, kendisi için özel olarak hazırlanan Aydın’ın Yenipazar ilçesindeki cezaevine girerken söylediği, “Devletim bana ne görev verirse yaparım, şimdi cezaevine girme görevi verdi, onu da yatarım” mealindeki sözleri hala hafızalardaki yerini koruyor. Sonrasında, Ergenekon operasyonları döneminde yeniden gündeme gelen, Susurluk’tan arta kalan İbrahim Şahin gibi isimler de bir süre cezaevinde kaldılar. İbrahim Şahin nasıl verildiği hala tartışmalı olan bir adli tıp raporuyla hapisten çıkarıldı. Veli Küçük, Arif Doğan, Korkut Eken gibi JİTEM’ciler, asıl suçlarından değil, daha çok tasfiye amacıyla uydurulmuş bazı suçlardan ötürü yargılandılar ve bir süre hapis yattılar.

Öte yandan, Arif Doğan (JİTEM’in asıl kurucusu olarak bilinen), Çiller-Ağar Özel Örgütü’nün kurucusu olarak tanımlanan ve “Kürt iş adamlarının ölüm listesi” kararlarını alıp uygulatan Tansu Çiller, Abdullah Çatlı’ya kol kanat geren Kenan Evren ve Mesut Yılmaz, ya da Özel Harekât polislerine kadro kaynağı sağlayan MHP yöneticilerine hiçbir şekilde dokunulmadı. Sadece bu değil, açılan bazı JİTEM cinayet davaları da zaman aşımına uğratılarak kapatıldı. Örneğin, bu davalardan biri, Eski Cizre Jandarma Alay Komutanı Cemal Temizöz hakkında açılmış ama bir türlü sonuçlanamamış olan davaydı.

Herkes Tansu Çiller söylediği için sadece ona aitmiş gibi düşündü; oysa devlet açısından da “devlet için kurşun atan da kurşun yiyen de” hep “bizim çocuklar”dı. Onların bazı kabahatleri ve suçları küçük bir kulak çekmeyle, biraz azarlamayla affedilebilirdi—nitekim öyle de oldu. Tabii, kamuoyu devletin böylesi insanları yargılayabildiğine tanık olunca sepetteki çürük elmaların ayıklandığını sandı. Ancak Türk devleti, bu göstermelik yargılamalar sayesinde kendi ellerini yıkadı; ardından ise yine, yeniden kan dökmeye devam etti.

Harun Ercan: Toplumsal muhalefet Susurluk sonrası devlet şiddeti ve organize suç ağları ile hesaplaşma noktasında ne derecede etkili oldu? Halkın tepkisinin Refah Partisi’ne kanalize edildiği ve sonrasında sönümlendiği süreci nasıl anlamlı bir çerçeveye oturtabiliriz?

E. Mavioğlu: Aslında, Susurluk sonrası belirli bir toplumsal duyarlılık oluşmuş olsa da o günleri yaşayan bir gazeteci olarak bunu çok abartmamak gerektiği kanısındaydım. Bir grup aydının öncülüğünde “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” eylemi, başlangıçta toplumu etkiledi. Özellikle büyük kentlerde her akşam saat 9’da ışıklar yanıp sönmeye başladı. Hatırlanırsa dönemin başbakan yardımcısı Necmettin Erbakan bu eylemi “gulu gulu dansı” olarak yaftalamıştı. Bu eylem, devletin çetelerden arınması talebini öne çıkarıyordu. Ancak, devlete uhrevi bir varlık muamelesi yapılması, bu tür eylemlerin daha baştan sonuçsuz kalacağının ve yola yenik başlandığının göstergesiydi. Zaten, kısa bir süre sonra bu eylemler ordu evlerine ve askeri lojmanlara da yayıldı. Türk ordusu, bu kirli savaşın dışında, kendini sütten çıkmış ak kaşık gibi göstermeye çalıştı. Ardından gelen ve “post modern darbe” diye adlandırılan süreçte, 28 Şubat 1997’de TSK’nin verdiği bildiriyle, ordu evleri ve askeri lojmanlarda yanıp sönen ışıkların asıl sebebi de ortaya çıkmış oldu.

28 Şubat, Susurluk protestolarını etkisiz hale getirerek süreci bambaşka bir yöne evirdi. Bugünden bakıldığında, 28 Şubat sonrası gelişmeleri Siyasal İslam’ın ya da daha doğrusu ABD’nin “Yeşil Kuşak” projesinin gelişmesi için taşların döşendiği bir süreç olarak da değerlendirmek mümkün. Erbakan’ın, MGK bildirisine imza atmaya zorlanmasıyla başlayan dönem incelendiğinde, söz konusu senaryo pek de akıldışı durmuyor. Bir şiir okuduğu için 26 Mart 1999’da 120 gün boyunca Kırklareli’nin Pınarhisar cezaevinde kalan Tayyip Erdoğan’ın çıktıktan sonra “milli görüş gömleğini” çıkarıp AKP’yi kurması, bu partinin “Anadolu Kaplanları”nın partisi diye lanse edilirken, gerçekte daha kuruluş aşamasında büyük sermayenin desteğini almış olması tesadüf mü?

“Emin olun, devletin karşı devrimci niteliği ile ilgili bildiklerimiz, bilmediklerimizden çok ama çok fazla. Bu soru bana Kutlu Savaş’ın hazırladığı Susurluk Raporu’nda “devlet sırrı” denilerek sansürlenen sayfalarla ilgili Mesut Yılmaz’ın sözlerini anımsattı. Yılmaz mealen şöyle demişti: “Biz bunları ifşa edersek, bir daha bu tür faaliyetleri yürütecek insan bulamayız.””

Harun Ercan: AKP’nin iktidara gelmesi sonrasında devletin stratejik kurumlarında bulunan veya bu iktidar alanlarından dışlanan neo-Kemalistlerin artan oranda gayri nizami harp faaliyetlerine giriştiklerini biliyoruz. Diğer yandan, Gülen Cemaati ile AKP’nin gerçekleştirdikleri operasyonları (Ergenekon, Balyoz ve JİTEM) kendi siyasi çıkarları doğrultusunda şekillendirdiği de malum. Bu dönemde yargılanan veya cezaevine konulanları düşündüğümüzde gerçekten de bize devletin karşı-devrimci çekirdeğinin yaklaşık olsa da bütünsel bir portresini sunuyor mu? Yoksa bu sürece dair hakkaniyetli bir soruşturma yürütülmediği için hala bilmediklerimiz bildiklerimizden fazla mı?

E. Mavioğlu: Emin olun, devletin karşı devrimci niteliği ile ilgili bildiklerimiz, bilmediklerimizden çok ama çok fazla. Bu soru bana Kutlu Savaş’ın hazırladığı Susurluk Raporu’nda “devlet sırrı” denilerek sansürlenen sayfalarla ilgili Mesut Yılmaz’ın sözlerini anımsattı. Yılmaz mealen şöyle demişti: “Biz bunları ifşa edersek, bir daha bu tür faaliyetleri yürütecek insan bulamayız.” Aslında Yılmaz, devlette devamlılığa vurgu yaparken, her dönemde kirli ve kanlı operasyonlara ihtiyaç duyulacağını, bu işleri yapacak kişilere de güvence verilmesi gerektiğini söylüyordu. Yani, işlenen suçların üzerini örtmek ve failleri korumak gerektiğini gayet iyi biliyorlardı —beğenseler de beğenmeseler de.

Devlet, elbette ki yekpare bir yapı değil; içinde çeşitli klikler barındırıyor. Şahinlerin yanı sıra güvecin görünümlü şahinlerin de varlığı biliniyor. Ama bu grupların tamamının, yeri geldiğinde devletin reflekslerine denk düşen tavırlar sergilediğini de biliyoruz. Örnek vermek gerekirse, sınır ötesi operasyonlar söz konusu olduğunda Kürtler ve sosyalistler dışında ortada herhangi bir muhalefet kalmıyor. Kürtler ve sosyalistler söz konusu olduğunda ise devletin içindeki tüm klikler hızla bir araya gelerek aralarındaki anlaşmazlıkları erteleyebiliyorlar. Yakın tarihimizden Hrant Dink cinayeti, bu tür bir uzlaşmanın çarpıcı bir örneğiydi. Bu nedenle cinayetle ilgili yargılamalar, Pelitli’deki mahalle arası faşist bir çetenin ötesine geçemediği gibi, aynı zamanda devlet içindeki tasfiye operasyonlarının kullanışlı bir aracı haline getirildi. AKP, başlangıçta Hrant Dink suikastının sorumlusu olarak Ergenekoncuları hedef gösterdi. Ancak şartlar ve ittifaklar değişince bu kez Gülen Cemaatine bağlı polisler baş şüpheli haline getirildi. Oysa bu suikast, devletin bütün kanatlarının ortak eylemi olarak şekillenmişti.

Tabii ki, yargının esas olarak muhalifleri bastırmak için bir sopa gibi kullanıldığı ve bu bağlamda kullanışlı bir aparata dönüştürüldüğü koşullarda, hakkaniyetli bir yargıdan söz etmek mümkün değil. Bu durum, JİTEM soruşturmalarının da ancak izin verildiği sınırlara kadar ilerleyebilmesini açıklıyor. Sorunuza gelirsek, hazırlanan iddianameler ve mahkemeler, bize devletin karşı devrimci yüzünü tüm çıplaklığıyla ortaya koymaya muktedir değildir. Gerçek manada karşı devrimci klikleri arıyorsak, öncelikle yüzümüzü tekelci burjuvaziye çevirmek zorundayız. Çünkü bu ülkede sürekli faşizmin temel dayanağı, her zaman için tekeller olmuştur.

Diğer yandan, şunun da altını çizmekte fayda var. Tekelci burjuvazi, halka eziyet olsun diye değil, yoksullardan kendilerine doğru gerçekleşen devasa servet transferinin sürdürülebilirliğini sağlamak amacıyla ellerindeki en kullanışlı araç olan faşizme başvuruyor. Bu çerçevede devletin şu ya da bu kanadı değil, devletin bizzat kendisi bu büyük sömürü çarkının dönmesini sağlıyor, aynı zamanda karşı devrimci konumunu da istikrarla sürdürüyor.

Harun Ercan: 1990’lardaki devlet şiddetinin uzun tarihi ile hesaplaşmak için Ergenekon, Balyoz ve JİTEM gibi yargılamalar önemli bir kırılma yaratabilirdi. Lakin olmadı. Bu davalarda yargılanan asker ve sivillerin kayda değer bölümü aslında gayri nizami harp ve psikolojik savaş gibi konularda oldukça deneyimliydiler. Mahkeme sürecindeki performansları ve en önemlisi de Erdoğan’la yaptıkları anlaşma sonucunda bugün artık ‘fail veya suçlu’ olarak değil ‘mağdur’ olarak kodlandılar. Bugün neredeyse tüm muhalefet bu yargılama sürecini artık ‘kumpas davaları’ olarak anıyor. Gülenciler eski devletin kadroların derinliğini hafife mi aldılar yoksa yargılamalardan beklentileri süreç içerisinde farklılaşmaya mı başladı?

E. Mavioğlu: Merak etmeyin, Ergenekoncular nasıl sırası geldiğinde hapisten çıkıp iktidara ortak olduysa, bir gün Gülencilerin de sırasının gelmeyeceğini kimse kesin bir şekilde reddedemez. Belki de bugünün tasfiyecileri yarın tasfiye edilenler olacak. Çünkü devlet yönetiminde asıl önemli olan gerçeklik, Gülen, Ergenekon, AKP ya da CHP’nin tercihlerine bağlı değil. Asıl önemli olan, küresel sermayenin, yerli ama asla milli olmayan tekelci burjuvazinin ve diğer sömürücü sınıfların tercihleridir.

Geçmişteki 100 yılın nasıl şekillendiğine bakarsak, eğer bir devrim gerçekleşmezse, önümüzdeki 100 yılın da benzer bir biçimde şekilleneceğini söylemek mümkün. Bu süreçte asıl sürdürülen, Türk halkının sistematik sömürüsü ve Kürt halkının bir sömürge statüsünde Misak-ı Milli sınırları içinde tutulmasıdır. Zaten devletin tek tek zikrettiğiniz bütün eski ve yeni kanatlarının da bu göreve istisnasız talip oldukları görülüyor. Pek çok ayrıntıyı görmezden gelirsek, aralarındaki temel fark, devlet gücünün kim tarafından ele geçirileceği meselesidir. Çünkü bu gücü ele geçiren, Erdoğan örneğinde net biçimde görüldüğü üzere; siyasi, ekonomik, kültürel alanlarda büyük fırsatların kapısını aralayabiliyor.

Harun Ercan: Hesaplaşma fırsatının heba olmasından sorumlu olan başat aktörler kuşkusuz Gülen Cemaati ve AKP. Diğer yandan; demokrasi, barış ve eşitlik mücadelesi verenler ilk operasyonun yapılmaya başlandığı 2007 yılı sonrasındaki gelişmeleri ne kadar doğru okuyabildiler?

E. Mavioğlu: Ergenekon operasyonları, demokrasi, barış, özgürlük ve eşitlik mücadelesi yürütenler tarafından başlangıçta bir fırsat olarak değerlendirildi. Gerçekten de bu süreçte yapılan tutuklamalar, açılan soruşturmalar, hazırlanan iddianameler ve iddianamelerin ek belgelerinde daha önce gizli olan pek çok belge gün yüzüne çıktı. Bu durumun iki olumlu yönü vardı: Birincisi, daha önce bilmediğimiz pek çok gerçeği bu sayede öğrenmiş olduk. İkincisi ise bu bilgileri teşhir etmek için elimizde güçlü bir koz oluştu; bunları bir mücadele aracı haline dönüştürme imkânı yakaladık. Ancak kötü olan şu ki, bu duruma karşı sağlam bir mukabele gücü örgütleyecek ne bir hazırlığımız ne de yeterli örgütlülüğümüz mevcuttu. Hayat boşluk tanımadığı için, biz yeterli tepkiyi örgütleyemeyince manipülatörler ve provokatörler bu alanı doldurdu. Kısa sürede bu operasyonlar deyim yerindeyse sulandırdı. Sahte belgeler, sahte CD’ler ve sahte suçlar havalarda uçmaya başladı. Bu nedenle, asıl görevi Kürtleri katletmek olan bu katil sürüsü, Ergenekon davası çatısı altında bir değil, birkaç darbe girişiminde bulunmakla suçlanır hale geldi. Darbe yapmak ya da girişiminde bulunmak, mevcut iktidarın kendisini korumak adına kullanışlı bir suçlama mekanizmasına dönüştü.

Ergenekon operasyonlarının ilk duruşma gününü çok iyi hatırlıyorum. Pervin Buldan ve arkadaşları, davaya müdahil olmak için mahkemeye gelmiş ve özellikle Ergenekon operasyonlarının Fırat’ın doğusuna doğru genişletilmesini talep etmişlerdi. Ancak bu talepleri hızlı bir şekilde reddedildi. Daha sonra da hazırlanan yeni Ergenekon iddianamelerinin ek belgelerine ulaşamaz olduk. Örneğin JİTEM’in kurucusu Arif Doğan’ın arşivinde bulunan belgeler… Bu belgelerin başlıklarını okumak mümkün oldu, fakat içeriklerine ulaşamadık. Başlıklardan çıkardığımız sonuçlara göre, bu belgelerde devletin güvenlik güçleri tarafından basılıp yakılan köyler, yıkılan yerleşim alanları ve katledilen Kürt köylüleriyle ilgili raporlar bulunuyordu. Dahası, bu raporlarda devletin halka karşı işlediği bu suçları nasıl PKK’nin üzerine attığı da yazılıydı. Ama dediğim gibi bunlar sadece başlıklardan çıkardığımız sonuçlardı. Belgelerin hiçbirini göremedik.

O dönemde toplumsal muhalefetin bu yargılamalara yönelik en önemli eleştirisi, sanık sandalyesine oturtulan kişilerin gerçek suçlarından yargılanmadıkları üzerineydi. Zaten devletin bekası için işlenmiş bu suçlar için yapılacak bir hakiki bir yargılama süreci eşyanın tabiatına da aykırı olurdu.

“Bu süreçte, AKP’nin yeni bir ittifaka ihtiyaç duyduğu açıktı ve bu ittifakın siyasi görünümü MHP’de somutlandı. Vardıkları anlaşmanın bir boyutunun, tahliye olan Ergenekon sanıklarının sessiz kalmasını öngördüğü ortadaydı. Çünkü neredeyse hiçbiri konuşmadı. İkincisi, yine devletin bekası gerekçe gösterilerek Kürt meselesinde çözüm sürecinin net biçimde sonlandırılması ve savaşın yeniden, hatta eskisinden çok daha sert biçimde başlatılmasıydı.”

Harun Ercan: Bu davalarda yargılananların serbest bırakılması, çözüm sürecinin sona erdirilmesi ve başarısız darbe girişimi arasında nasıl bir ilişki söz konusu? Bu siyasi/kriminal suç ağlarını şu anki iktidar koalisyonunda nerelerde konumlanmış durumdalar?

E. Mavioğlu: Ergenekon davasından yargılananların serbest bırakılması, yapılan bir anlaşma sonucunda gerçekleşti. İddialara göre, Metin Feyzioğlu bu anlaşmaların önde gelen arabulucularından biriydi. Tahliyelerin, Erdoğan ile Gülen arasındaki çelişkilerin su yüzüne çıkması ve ittifakın bozulmasıyla aynı zamana denk gelmesi elbette ki tesadüf değildi. Bu süreçte, AKP’nin yeni bir ittifaka ihtiyaç duyduğu açıktı ve bu ittifakın siyasi görünümü MHP’de somutlandı. Vardıkları anlaşmanın bir boyutunun, tahliye olan Ergenekon sanıklarının sessiz kalmasını öngördüğü ortadaydı. Çünkü neredeyse hiçbiri konuşmadı.

İkincisi, yine devletin bekası gerekçe gösterilerek Kürt meselesinde çözüm sürecinin net biçimde sonlandırılması ve savaşın yeniden, hatta eskisinden çok daha sert biçimde başlatılmasıydı. 7 Haziran 2015 seçimleri, iktidar kanadında ciddi bir kırılma yarattı. İktidar, halının altlarından çekilmeye başladığını hissetti. Erdoğan’ın Dolmabahçe Mutabakatını tanımadığını açıklaması, çözüm masasını devirmesi, seçimleri iptal edip kentleri bombalamaya başlaması, bu sürecin birbirini takip eden adımlarıydı. Bu dönemde, serbest bırakılan ve daha önce Kürtlere karşı savaşta tecrübe kazanmış olan Ergenekon sanığı komutanlar yeniden cepheye gönderildi.

Bunun dışında, eğer savaş büyük sermayenin canını yakmıyorsa, ki yakmıyor, başka para kaynakları olduğu anlaşılıyor. Bu da uyuşturucu ve kumar trafiğinde iktidarın doğrudan yer almasıyla açıklanabilir. Susurluk döneminde ortaya çıkan bilgi ve belgeler hatırlanırsa, devletin bu konuda hiç de temiz bir geçmişi olmadığı anlaşılır. Uyuşturucu ve kumarı, sadece savaşa kaynak yaratmak için değil, aynı zamanda bir zenginleşme aracı olarak kullandığı görülüyor. Kumarın büyük ölçüde Kuzey Kıbrıs üzerinden yürütüldüğü anlaşılıyor. Günümüzde kumarın önemli bir kısmı dijitale kaymış durumda; bu da sanal kumar sitelerini örgütleyerek yapılmış. Sanal kumar sitelerine yapılan baskınlar, alandaki rekabeti yok etmek ve tekelleşmek amacı taşıyordu. Uyuşturucu trafiğiyle ilgili mafyacı Sedat Peker’in itirafları yabana atılacak türden değildi. Binali Yıldırım’ın oğlunun gemileri, Bodrum’daki marinaların Alaattin Çakıcı ve Mehmet Ağar gibi devletin her türlü kirli işini yapmaya hazır kişiler tarafından ele geçirilmesi ve “Narko Türkiye”nin yaratılması, bu açıdan kayda değer önemli detaylardır.

Kirli ağ, bunlarla da sınırlı değil. Menzil cemaati başta olmak üzere pek çok selefi cemaatin bu dönemde güç kazanması ve devlet kadrolarında sağlam bir yer edinmesi, üzerinde durulması gereken önemli bir konu. Bunun yanı sıra, Rojava’dan kaçarak Türkiye’ye sığınmış olan İŞİD çetelerinin korunup kollanması da yeri ve zamanı geldiğinde kullanılmaları amacını taşıyor. Nitekim, Suruç ve Ankara Gar katliamları başta olmak üzere henüz tüm detaylarını bilmediğimiz pek çok karşı devrimci eylemde bu grupların rolleri olduğu görüldü. Sonuç olarak, tüm devletler egemen sınıfların baskı araçları oldukları için kirli yapılardır; ancak Türk devletini bu açıdan “ligin üst sıralarında” anmak en doğrusu olur.

Harun Ercan: İçinden geçtiğimiz karşı-devrim sürecinin 90’ların ikinci yarısına benzer yönleri var. Kürt meselesine dair ırkçı-baskıcı politikalarla yükselen otoriter dönüşüm, ekonomik kriz ve yükselen suç ekonomisi her iki dönemin de yarattığı önemli makro sonuçlar arasında sayılabilir. Bununla birlikte, TSK eksenli ve merkez partilerden oluşan hegemonya projesinin 2000’lerin başında hızla çöktüğünü gördük. Bu tarihsel örnek, AKP-MHP iktidarının devam etmekte olan hegemonik krizinin izleyebileceği olası gidişat üzerine düşünürken bizlere nasıl yardımcı olabilir?

E. Mavioğlu: Marx, “Görünenle gerçeklik arasında fark olmasaydı, hiçbir türden bilime de gerek kalmazdı” der. Devletlerin dönüşümleri bir günden diğerine gerçekleşmez; süreç uzun ve planlıdır. Türkiye gibi bir NATO ülkesine yıllar önce çizilen rota da bu planın parçasıdır. Bu rota, İslam’ın rengi nedeniyle “Yeşil Kuşak” olarak adlandırılmıştır. Bugün baktığımızda, ortada ne büyük bir çöküş ne de büyük bir kazanım görmekteyiz. Aktörler değişse de politikalar aynı kalmıştır. İşkenceler, katliamlar, emek sömürüsü, bütçeden yeni cezaevleri inşası için ayrılan milyonlarca dolar, yargı sisteminin halk düşmanı karakteri, Kürtlere yönelik sömürgeci politikalar ve sosyalistlere göz açtırmamak için sonu gelmez operasyonlar… Tüm bunlar müesses nizamın korunması içindir.

Sadece ekonomi politikalarının izlediği çizgiye bakarak bile bu iktidarların gerçekte birbirlerinden çok da farklı olmadıklarını anlamak mümkündür. 1980 yılının 24 Ocak’ında, Süleyman Demirel’in başbakanlığı döneminde açıklanan IMF programına bakıldığında, 12 Eylül cuntasından Turgut Özal’a, ardından gelen Çiller, Demirel, Mesut Yılmaz hükümetlerine, AKP öncesinde Kemal Derviş programına ve nihayetinde şimdilerde Mehmet Şimşek’in izlediği yol haritasına kadar, tüm bu politikaların neredeyse karbon kopya gibi birbirinin aynısı olduğunu görülebilir.

Kürt meselesine de bu açıdan bakalım. 1960’larda, sebepsiz gibi görünen köy baskınları Kürtler tarafından “komando zulmü” olarak ifade ediliyordu. 1970’lere gelindiğinde zulüm tüm hızıyla devam etti. 1980’lerde cunta dönemiyle birlikte köy yakmalar, ambargolar ve sürgünler Kürtlerin hayatından hiç eksik olmadı. 90’larda satır cinayetleri, JİTEM’in kaybettiği insanlar, gerilla kılığında basılan köyler, çırılçıplak soyulup karların içinde bekletilen yaşlı adamlar ve kadınlar… Tüm bu şiddet, günümüze kadar kesintisiz sürdü. Peki, hangi iktidar Kürtlere karşı vicdani bir yaklaşım sergiledi? Hangi iktidar, “Biraz olsun insanca ilişki kuralım” dedi? Demez, çünkü devlet ne insanlık bilir ne de vicdan taşır. Hangi iktidar iş başına gelirse gelsin, onun için önemli olan tek şey, geçmişten bugüne kara kaplı ajandasında yazılı olanları icra etmektir. Ne yazık ki, o ajandada ne Kürtler ne ezilenler ne sosyalistler ne de bu sistemin değişmesini, bu azgın sömürü çarkının kırılmasını isteyenler için olumlu bir cümleye yer var.


[1] Kontrgerilla ve Ergenekon’u Anlama Kılavuzu ile Ergenekon’da Kim Kimdir?

EB / Aktüelsanat

portal için içerik derleyici
Yazarın bir önceki yazısı
Kapalı
Başa dön tuşu