Eziyet edebilmenin ilk koşulu, eşit değerde görmemek…
Önce biraz uzunca bir alıntı:
“Faşist bir rejimin, otoritesini yukarıdan nasıl dayattığını ele almanın yanında halkla nasıl bir etkileşim içinde olduğunun da araştırılması gerekir. Nüfusun çoğunluğu, faşist rejimleri uzlaşmayla, hatta coşkuyla mı desteklemişti, yoksa bu insanlar… boyun eğmeye mecbur mu bırakılmışlardı?… Yakın zamanda yapılan çalışmalar… gerek Nazi Almanya’sında, gerekse faşist İtalya’da uzlaşma oranının yüksekliğini gösterme eğilimindedir… Toplama kapmları gizli olmadığı gibi, muhaliflerin infazının da bilinmesi amaçlanıyordu… Nazi şiddetinin aleniliği rejime gösterilen desteğin baskı altında tutulduğu anlamına gelmiyordu. Şiddet, Yahudilere, Marksistlere ve ‘asosyal’ dışlanmışlara (homoseksüellere, Çingenelere, barışseverlere, doğuştan deli ya da özürlülere, sabıkalılara- yani birçok Almanın en son görmek isteyeceği gruplara) yöneldiği için Almanlar bunu bir tehdit olarak görmüyorlardı; aksine durumdan hoşnutlardı. Geri kalanlar, kısa süre içinde sessiz kalmayı öğrendiler…” (Robert O. Paxton, Faşizmin Anatomisi, Çevirenler, Hakan Atay-Hivren Demir Atay, İletişim, 2014).
Baskı araçları, hiçbir zaman tek tarafın iradesiyle oluşup işlemedi ve hiçbir yerde bir günde ortaya çıkmadı. Tarihsel birikimin, hâkim sınıf ideolojisinin, zamanın koşullarının, dış gelişmelerin, kriz anlarının, o anlara ilaç olacağı varsayılan uygulamaların, kurtarıcı beklentisinin ürünü.
Faşizm, kapitalizmin ‘bunaldığı’ bir devirde, baş aşağı giden burjuvazinin, kendi icadı demokrasiye karşı keşfettiği bir ideoloji olarak çıktı tarih sahnesine, doğru; buna mukabil her faşist idare, kendi toprağının ‘özgül’ niteliklerini de barındırdı. Ezcümle, her yerde sabun yapmadılar nefret ettiklerini, İtalyan faşistinin Nazi’lerden farkı vardı ve bir kez daha hatırlatmak gerekir, Franco, ardılını belirledikten sonra yatağında öldü. Büyük filozofların, müzisyen ve edebiyatçıların, Aydınlanma’nın ‘medeni’ Avrupa’sında yaşandı bu hikâye. Klasik müzik seven ‘bilim’ insanları, Yahudilerin bedenlerinden daha fazla verim elde edebilmek için çeşitli ‘yok etme’ teknikleri üzerinde kafa yordu. Büyük filozoflar ‘rektör’ ve ‘memur’ olmaya heveslendi.
Paxton’dan yaptığım alıntıda geçtiği gibi, Yahudiler, eşcinseller, komünistler toplama kamplarına gönderilirken, Almanlar bunu bir tehdit olarak görmüyordu, aksine durumdan hoşnutlardı Faşizm, sıradan insanın omuzlarında yükseldi. O ortalama, ‘zaten’ hazzetmediklerinin ortadan kaldırılmasından memnundu. Eşcinsellerin yok edilmesi, yüksek niteliklere sahip bir seçkin ‘ırk’ın varlığını sürdürebilmesi için gerekliydi. Yahudiler, komünistler, akıl hastaları da, nurlu ufuklara yelken açmış faşist devletilerin başarısının önünde birer engelden ibaretti.
Düşmanlaştırmadan yok etmeye girişemezsiniz, savaşmak için ilk koşul, önce bir düşmanın varlığı. Karşınızdaki insanı yok edebilmek, ona türlü ‘insanlık dışı’ muameleyi yapabilmek için, öncelikle ‘insan’ olduğu gerçeğini inkar etmek, değersizleştirmek gerekiyor. Totaliter zihniyetin gaddarlığı, öncelikle ‘eşitlik’ olgusunun hiçbir kafa karışıklığına mahal vermeyecek ölçüde reddiyle mümkün.
Kadına şiddet uygulayan erkeğin eylemi, faşistçe. Hayvanların patilerini kesip onları araba arkasında sürüklemek, faşistçe. Eşcinsel bir insana işkence yapmak, faşistçe. Bir muhalife saldırıp öldüresiye dövmek, faşistçe. Bunları yapanlar, kaşısındaki kadını, eşcinseli, muhalifi, farklı din yada etnik kökenden olanı, kendisiyle eşit değerde görmediği için, insan kabul etmediği için yapıyor, yapabiliyor. Yok edilmeleri gerektiğini düşündüğü için. Kendisinde bu gücü bulabildiği için. Güç sınamasının ciddi hiçbir ciddi bedeli olmayacağını varsaydığı için.
Yalnızca hukuksal karşılıktan değil, toplumsal yaptırımdan söz ediyorum. ABD’de, dizini bir siyahın boynuna dayayıp onu nefessizlikten öldüren faşist, o toplumda o dizi o insanın boynuna bastırmak isteyen milyonlar yaşadığını biliyordu. Geçen hafta Türkiye’de, kâğıt toplayan gariban bir Suriyeliyi öldüresiye dövüp ardından aracını yakanların, bildiği gibi. Gayrimüslim düşmanlığı yapan, Alevi düşmanlığı yapan, eşcinsel düşmanlığı yapan, Kürt düşmanlığı yapanların, kendileri gibi düşünen ya da hissedenlerin çokluğundan emin olduğu gibi.
Her faşist, ‘üstünlük’ duygusuyla davranır; faşist eylem, eşit ve insan kabul edilmeyene yönelir. Faşistin insan kabul etmediği, canını önemsemediği; bir gün Yahudi, bir gün Ermeni, bir gün Müslüman, bir gün siyah, bir gün Suriyeli, bir gün muhalif, bir gün yoksul, bir gün kadın olabilir. Kaba güç kullanabileceği ölçüde zayıf gördüğü herkes. Yurt dışındaki bir Türk’e ‘kara kafalı’ diyen oralı ırkçıyla, Türkiye’de şiddete maruz kalan Suriyeli bir kâğıt toplayıcısına ”Oh olsun” diyen buralı ırkçı arasında, yalnızca ‘milliyet’ farkı var, hepsi bu.
Yazının başındaki alıntıdan, aynı cümleyi, üçüncü kez yazmak istiyorum:
“ Şiddet, Yahudilere, Marksistlere ve ‘asosyal’ dışlanmışlara (homoseksüellere, Çingenelere, barışseverlere, doğuştan deli ya da özürlülere, sabıkalılara- yani birçok Almanın en son görmek isteyeceği gruplara) yöneldiği için Almanlar bunu bir tehdit olarak görmüyorlardı; aksine durumdan hoşnutlardı. Geri kalanlar, kısa süre içinde sessiz kalmayı öğrendiler…” Faşizmle, ırkçılıkla, maçizmle savaşın yolu, eşitlik mücadelesinden geçiyor. İnsanların ‘eşitliğini’ amaçlamayan her çabanın varacağı, bugüne dek vardığı yer aynı.
Kâğıt toplayan Suriyeli genç ile biz, eşit insanlarız, ondan üstünlüğümüz, onun bizlerden eksiği yok. İşkence gören eşcinsel gencin haysiyeti, hepimizin haysiyeti. Kadının yüzündeki morluk, hepimize atılan yumruktan. Gergerlioğlu’nun terliğinde, hepimizin ayağı var. Yeryüzü insanları, Guantanamo’da insan dahi kabul edilmediği için ‘tutulabilenler’ ile aynı tel örgüler arkasında. Fransa’daki bir eğlence yerinde, hepimizi öldürdüler. O ABD’li siyah yurttaşın boynundaki diz, hepimizin nefesini kesmeye niyetli. Cumartesi Anneleri, bizler için de bekliyor, yüzlerce hafladır. Plastik botla nehri geçmeye çalışırken can veren el kadar çocuklarla birlikte, hepimiz suyun karanlığını boyluyoruz.
‘Diğeri’ insan gibi yaşayabildiğinde, ‘biz’ de insan olmanın tadını çıkarabileceğiz. Benim ‘anayasam’ bu. Eşitlik. Eşitlik. Eşitlik. İnsana/canlıya reva görülen türlü eziyet sessizlikle geçiştirildiği sürece, hiç kimsenin bir anayasası yok. Ne benim, ne sizin.
Video önerisi: Türkiye’de Tuğrul Eryılmaz olmak. İlk bölümü buraya bırakıyorum.