Irkçılık yazıları – I ve II: Komplo teorileri ve soykırım / Soykırım ve kötülüğün ortaya çıkışı
Şahap Eraslan
İnsanların davranışlarından konuşurken genel olarak zayıfın yanında durmak, gönlünün mağdurdan yana olması gibi bir durumdan bahsedebiliriz. Faşizm genelde “sosyal Darwinizm”i savunur ve bu kurama göre de güçlü güçsüzü yok ederek varlığını sürdürür. İnsanın güçsüzden, mazlumdan yana olan tutumu ve sosyal Darwinizm uzlaşmaz. Soykırım ise bir grubun (genelde bu güçlü olandır) güçsüz olana zulmetmesi ve onu yok etme üzerine kurulur. İnsanlar mağdurdan yana iseler o halde faşizm ve soykırımlar nasıl mümkün olabiliyor?
Faşizm bir hikâyenin manipülasyonuyla, propagandayla olur. Mesela Yahudilerin Almanları yok etmek için komplo hazırladıkları yalanının halkın tartışmasız, sorgulanamaz bir hakikat olarak kabul edilinceye kadar tekrar edilmesiyle başlar. Faşizm, bir ideoloji olmaktan öte insanları eylemlerle, açıklamalarla ikna etmekten ziyade duygusal bir atmosferde apolitik insanlar arasında karşı duruş/tutum ve bağlar oluşmasını sağlar.[1] Karşıt/fiktif bir düşman (komplo teorileri kurgusuyla varoluşsal bir korkunun üretilmesi) yaratarak apolitikliğin radikalleştirilebilmesidir de.[2]
Korku kitleler üzerinde bulaşıcı bir hastalık etkisi yaratabilir. İnsanlar korkularını anlatarak karşılıklı olarak da korkuların dozunu çoğaltırlar. Buradaki varoluşsal korku, yok olma korkusuyla da sınırlı kalmaz. Düşmanlar soyumuzu/ırkımızı da karılarımıza/kızlarımıza tecavüz ederek kirleteceklerdir. Kadınların paylaşımı, kadınları sahiplenme, koruma gibi sunulan kışkırtıcı anlatılar ve dolayısıyla korkunun çoğal/tıl/ması.
Korku şiddetin kaynağı olabiliyor. Her ne kadar bu anlatılar başlangıçta imajiner olsalar da inandıktan sonra adeta gerçek korkuya dönüşüyor. Nevrotik korkular gerçeklikle (burada kurgulanan bir gerçeklik var ama inanan insanlar için psikolojik bir realite de oluyor) ilişkilendirilince bu insanları ikna etmek çok daha zor. Fare korkusu nevrotiktir ama bir insan köpek tarafından ısırıldıktan sonraki korkusu gerçekle ilişkilendirilmiş nevrotik bir korku olabilir (nevrotiktir çünkü onu bir köpek ısırmıştır ve o artık her köpekten korkar). Savunmacı şiddet. Freud’un Totem ve Tabu’dan bildiğimiz bana ait kadınların benden esirgenmesinin ürettiği şiddet…
Önce düşmandan korku, sonra korku objesi olarak sunulandan nefret. Soykırımın dinamiğinde korku ve nefret politikaları yatar. Komplo teorileri savunmacı şiddeti haklı gösteren bir araç durumuna gelir. Mağduriyetin kutsanması bundandır. Azınlık grup soykırıma uğradığında masumdan yana olma eğilimi de çoğu insanda katledilmiştir zaten. Kendini düşmanlarına karşı koruyan mazlum insanlar koreografisiyle uygulanır soykırım.
Bazen de azınlık grup sürekli provoke edilir, aşağılanır ve tepki vermeye, eyleme zorlanır (“amaca yönelik provoke eylem”).[3] İşte bu eylem soykırımcının “mazlum” kıyafetiyle piyasaya çıkmasına ve katliamlara başlamasına gerekçe olur… Bazen de terör eylemleri yapar ve suçu yok etmek istediğiniz gruba atarsınız. Reichstag Yangını’nı Naziler çıkarıp muhaliflerin üzerine atmıştı, yani karşı taraftan iki-üç roket attırır, iki-üç terör eylemiyle kendinizi “masum” pozisyonuna getirirsiniz.
IRKÇILIK NEDİR?
Bu yazıda ırkçılığı geniş ve genel anlamda kullanıyorum. Yani insanları görünüşlerinden, kültürlerinden, cinsiyetlerinden, inançlarından ötürü aşağılama ve değersizleşmeyi kastediyorum. Bu tanıma göre sadece ırk (siyah/beyaz) üzerinden yapılan ırkçılığı değil aynı toplum içindeki insanlar yönelik sembolik şiddeti de tanımın içine alıyorum.
Her ne kadar yabancıdan korku, yabancıyı ret ırkçılık değilse de bu tutumlar çok hızlıca ırkçılığa dönüşebiliyor ya da ırkçılar tarafından bu davranışlar kullanılmaya, yönlendirilmeye açıktır. Irkçı tutumun belirgin özellikleri, siyah/beyaz, biz iyi/siz kötü kutuplaştırılması ve ötekinin sadece seçilmiş negatif özelliklerle tanımlanmasıdır. Mesela “Yahudiler sinsidir” ya da “Ermeniler zengindir” gibi. Pozitif ırkçılıkta da grup yüceltilir: “Türkler zekidir, kahramandır, cesurdur” gibi. Bir başka özellik de projeksiyon. Kişi kendisindeki olumsuz ya da kendine yakıştıramadığı özellikleri düşmanlaştırdığı gruba projekte eder. Her ulus devlet kurulduğunda güvenlik (polis), hukuk (mahkemeler) ve cezalandırma (hapishaneler) mekanizmaları inşa eder. Yani her ulusun suçlusu, haini, katili, hırsızı, tecavüzcüsü, sahtekârı vardır. “Polonyalılar hırsız” bu anlamda gerçeği yansıtmaz ama ırkçılığı gösterir.
Bir başka ölçü de tekil olaylardan yola çıkarak yapılan genellemelerdir: Yunan komşumuzun pasaklı olmasından yola çıkarak Yunanların pis olduğunu iddia etmek. Bu noktada genellemeler rol oynar. Irkçı tutumda dikkat çeken bir şey de öteki üzerine konuşmak ve ben/biz’i geride tutma eğilimi. Bu tutumu olanlar kendileri iyi insanlar olsalar da düşünme/algılama/yorumlama yapıları ırkçıdır. Bu tür düşünme ve algılama istemi aynı zamanda duygularla bezenir ve psikolojik bir ırkçı iç organizasyon oluşur. Yani Suriyelilere pis dediğimizde onlardan uzaklaşmaya özen gösterir (davranış) ve onlardan tiksinir/korkar/nefret (duygu) ederiz.
Bu organizasyonun gerekçelendirilmesi bu duygulara mantıksal açıklama arayışına iter insanı, yani bir çıkmaz oluşur. Duygu ve düşünce birbirini yoğunlaştırarak tamamlar ve sanki bir kapalı sistem oluşur. Bu kapalı sistem sürekli bu organizasyona gerekçeler üretir ve ırkçıları kendilerine ve bu yeni düşüncelere ve duygulara kapalı hale getirir. Çevremizdeki “ırkçı değilim ama…” diye başlayan cümleleri ve bunları dile getirenleri düşünelim.
Bir başka mesele insanın gelişme ve savunma sistemleri ırkçı olmaya çok yatkındır. Yani aslında özen gösterilmez ve sürekli refleksiyon yapılmazsa ırkçı olmamak imkânsızdır. Bununla ırkçılığı savunmuyorum ama sorunun çok karmaşık olduğunu insanların ırkçılığa yatkınlığa vurgu yapmak istiyorum.
SOYKIRIM VE SOYKIRIMCILAR
Soykırıma ilişkin ciddi bir sorundan bahsedelim. Soykırım sonrası failler ile mağdurlar arasındaki ilişki asimetrikse (genelde böyle çünkü soykırımda bir grup kırımdan geçer) ve faille mağdurlar aynı coğrafyada yaşamak zorunda iseler aralarındaki ilişki nasıl düzelir? Soykırımın konuşulamaması fail ve mağdur tarafına yük oluyor. Yüzleşmekten kaçınan failler failliği gelecek kuşaklara aktarıyorlar ve kültür kendini filtrelemekte zorlanıyor. Bunun bir başka anlamı da gündelik hayatın şiddete boyanması ve insanların kendi kendileriyle barışamamaları. Mağdurlar hâlâ güçsüz durumdaysalar, güçlü taraf olan failleri yüzleşmeye yönlendirmeleri çok zorlaşıyor çünkü fail taraf kendi hikâyesini koruyabilmek için yüzleşmekten söz edenleri de susturuyor. Bu daha çok söylenenleri duymamak, sesleri inkâr etmek biçiminde oluyor genelde. Bu asimetrik durum başka yüzleşme yöntemleri aramayı ve bulmayı da zorunlu kılıyor.
Fail travmasından daha önce birkaç kez bahsettik. Fail travmasıyla kastedilen failin yaptığı zulmü anlaması ve mağdurdan özür dilemesi ve mağdurun durumuna katkı sağlayıcı, iyileşmeye katkıda bulunması. Mesela çocuklarını döven babanın yaptığı kötülüğü fark ederek bu davranışı terk etmesi, çocuklarında bıraktığı psikolojik ve bedensel hasarları giderici bir tutum alması ve kendisini kendi içinde bağışlama çabası. Fail ben bunları nasıl yaptım diyerek pişmanlık göstermesi ve pişmanlık kültürünü kendisine eklemesi. Bunun için de failleri anlamak, faillerin neden soykırıma katıldıklarını anlamak gerekiyor.
Failleri anlamak onlara hak vermek anlamına gelmiyor. Bu bir zorunluluk çünkü fail kendi yaptıklarını değiştirmediği sürece fail geleneği ve bu geleneğin yeni mağdurları oluyor. Bu nedenle uzaklardaki soykırımları kendimce anlamaya çalışacağım. Konunun uzağa götürülmesi meseleden kaçmak anlamına da geliyor. Ama duygusal bir mesafe için gerekli bu galiba.
Nazi rejimini dış güçler Nazilere karşı savaşarak ve yenerek sonlandırdılar. Daha sonra da Nazilikten temizleme programlarıyla bir yüzleşme çabası oldu. Güney Afrika’nın kendi dinamikleri belirleyici bir rol oynasa da apartheid dış ülkelerin ambargolarıyla ve beyazlar rejiminin uluslararası kurumlardan dışlanmasıyla da bir dönüşüm oldu. Yugoslavya ya da Ruanda’da dış güçlerin müdahalesi soykırımla ilgili tartışmaları mümkün kılıyor.
Irkçılığı anlamakta en önemli kriter, insanın/grubun öteki’yle ilişkisindeki tutumu, ötekini nasıl algıladığı ve tanımladığıyla ilişkilidir. Öteki uydurulmuş, kurgulanmış negatif özelliklerle tanımlanıyorsa, tekilden tümele varılıyorsa, bir olay genelleştirilip bir grubun genetik özelliği gibi görülüyorsa, ötekiyle ilişkide kurulan ilişkide kişi/grup sürekli kendini üstün görüyorsa, kişi ve grup kendisine ait olan ama kendisinde olmasını istemediği özellikleri ötekine yansıtıyorsa, bunun sonucu olarak da öteki düşman ilan ediliyorsa, öteki ortadan kaldırılarak dünyanın düzeltileceği iddia ediliyorsa, karmaşık olaylar ve olgular en basite indirilip basit çözümler öneriliyorsa, bu tutum ırkçı bir düşünme sistemi demektir.
Bu tür mekanizmalarla algılayan ve düşünen insanların iyi niyetli olmaları onların ırkçı olmalarına engel değildir. Irkçılık bir niyet meselesi olmaktan öte bir düşünme (ayrıntılı düşünememe) meselesidir. Burada söylemek istediğim ırkçıların düşüncesiz olduğu değil (böyle bir söylem aslında ırkçı söylemdir –genelleme, basite indirgeme, bir grubu aşağılayıcı şekilde negatif tanımlama gibi) ki bazen ırkçı eğilimler çok zekice kullanılabiliyor. Propagandayla da bu tür düşünme teşvik edilebiliyor. Böyle olunca da öteki düşünceye fırsat verilmiyor ve insanlar öteki’yle ilişkiye tümüyle kapatılıyor. Irkçı temel üzerine kurulan dünya algısı siyah/beyaz, biz (iyiler)/öteki (kötüler, düşmanlar) üzerinden paranoyak bir sistem inşa ediyor. Bu paranoyak eğilimi aynı zamanda komplo kuramlarında ve soykırımlarda en uç noktalardaki örnekleriyle görüyoruz.
DİL ve MANİPÜLASYON
PROPAGANDA VE SÖYLEM İKTİDARI
Propaganda, güç sahipleri ya da güç edinmek isteyenlerin kullandığı etkin bir silah. Dil bilimci George Lakoff, Irak Savaşı’na dair “Metaforlar öldürür/katildir” diye yazarak ABD’nin dil üzerinden bir savaş başlattığını, katliamın önce metaforlar/propaganda üzerinden yapıldığını anlatıyordu.[4] Ayrıca kendisiyle yapılan başka bir söyleşide, ABD’ye düzenlenen terör saldırısında kullanılan dile dikkatimizi çekiyor: Bush saldırıda ölenlerden önce “mağdur/kurban” (Opfer) olarak söz ederken daha sonra bu insanları “kayıplarımız” (Verluste) olarak nitelemeye başlamıştı; “kayıplar” savaşta ölenler için kullanılmaktadır. Dildeki bu değişiklikle, bir terör eylemini Amerika’ya kendi toprağında yapılmış bir savaş saldırısı gibi sunuyordu.
II. Dünya Savaşı’nda Japonların Pearl Harbor saldırısının çağrışımlarını kullanarak halk savaşa hazır hale getirildi ve bu kısa ön çalışmadan sonra ortada Afganistan’a saldırıya karşı çıkacak neredeyse kimse kalmadı. ABD savaşı önce dilde başlattı, insanlar bu söylem değişikliğini benimsedi ve bu dili kullanırken aynı zamanda farkında olmadan savaş taraftarı oldular. Lakoff’un kastettiğini ülkemize aktarırsam: Bu ülkede ne zaman savaş üzerine bir anket yapsak halkın tamamı ya da tamamına yakını savaşın “çok kötü bir şey” olduğunu söyler. Hırsızlık, iftira ve yalan konularında anketler yapılsa sonuçlar benzer çıkar…
Durum böyleyken peki neden ülkede savaş, yalan, iftira, yolsuzluk ve hırsızlık var? Lakoff ve bazı dilbilimcilere göre dil üzerinden düşünürüz; yani dil düşünceyi belirler, düşüncenin yapısını oluşturur. Dili değiştirerek düşünceyi de değiştirebilirsiniz; dile hâkim olanlar böylece düşünceyi de denetleyebilirler. Duyguları ve düşünceleri kullanılan dille bir yöne kanalize etmeyi başardığınızda savaş istemeyen insanlar birden kendilerini savaşçı bir dilin içinde ve savaş yanlısı olarak buluyorlar. Bu dili kullananlar bazen savaşın vahşiliğini algımızın dışında tutuyorlar, istediklerinde, işlerine öyle geldiğinde bu savaştan haberimiz olmuyor ve biz eğlence programlarının heyecanına kapılıyoruz. Bazen bu ülkenin doğusunda olanlardan haberdar olmamamız, orada yaşananların radarımıza takılmaması da bununla ilgili. Yani arka planda kirli bir savaş sürerken biz sağlıklı beslenme programları izleyebiliyoruz.
Lakoff, metaforların içermemesine rağmen deneyimlerimizi ve hafızamızdaki benzer bilgileri de aktif hale getirdiklerini yazar. Mesela “terörist” kavramı bizde bir realiteyi tanımlayan bir kavramdan öte bir metafordur. Bu metafor çeşitli anlamları içerir: çocuk katilleri, bölücüler, caniler, devleti yıkmaya çalışan hainler, dış güçlerin yerli piyonları, işbirlikçiler, satılmışlar vs. kimlerin terörist olduğuna karar verme “hakkı” ve “yetkisi” de devlette, devletin olanaklarını elinde tutanlardadır. Devlet ya da devleti yönetenler bir grubu terörist ya da terör destekçisi olarak tanımladığında, teröriste ait tüm sıfatlar ve negatif tanımlamalar yeniden aktif hale gelir. Terörü bitirmek için yapılan en etkin terör mücadelesi teröre neden olan koşulları ortadan kaldırmaktır ama terörü bitirmek için savaşı seçen devletler sadece terörü çoğaltır, kendileri artık birer terör üreticisi olurlar.
Bu metafor, derin yoğun negatif duyguları ve teröre ve teröriste duyulan hıncı aktif hale getiriyor. Propaganda yoluyla güçlüler bu ürünü satarlar ve halk da satın alır. Popülist propaganda, yalanın gerçek gibi sunulması ve böylece gerçeğin gizlenmesidir. Bu yöntemin en etkin yanlarından biri, halkı uyutmak ve halka unutturmaktır. Savaş tacirleri genelde doğruyu söylemezler. Bush, Afganistan meselesini birkaç günde halledeceğini, bundan sivil halkın zarar görmeyeceğini, kendi asker kayıplarının çok az olacağını uzun uzun anlatıyordu bir vakitler, öyle düşünelim.
KOMPLO TEORİSİ VE KORKU POLİTİKASI
Komplo teorileri tahmin ettiğimizden daha yaygındır. Bilinen en yaygın küresel komplo teorisi dindir. Bizi gören, her şeyi bilen bizim dışımızda bir güç vardır. Komplo teorisinin en önemli özelliği insanın farkında olmadığı bir gücün insana iradesi dışında bir şeyler yapabilmesi/yaptırabilmesidir. Yani bizim ruh halimizi ekonomi, sosyal adaletsizlik, yoksulluk ve biz değil de yıldızların durumu belirliyorsa bu aslında çok kabul gören bir komplo teorisidir de. Yani cinler, melekler, şeytan bize müdahale ediyor, yönlendiriyorsa ve biz bunu fark edemiyorsak… Yaşadığımız mutsuzluktan/depresyondan enerji sorumluysa… Kısacası binlerce yıldır çok yaygın ve kültürlerde karşılığı olan bir olgu ve insanın komplo teorilerine yatkınlığı var.
Korku insanları hizaya getirmek için önemli bir araçtır. İnsanları korkutarak belirli bir amaca, kampa ya da tarafa yönlendirebilirsiniz. Yani korku üzerinden çok etkin politika yapılabilir, üretilebilir. Bu nedenle yönetenler/yönetmeye talip olanlar ve özellikle ırkçı politikalar korkutarak ve yeni korkular üreterek yönetirler. Rainer Mausfeld, iktidardakilerle yönetileneler arasındaki ilişkinin korku üzerinden regüle edildiğini yazar.[5] Otoriter sistemlerde korku daha etkin bir rol oynar, çünkü korku bir yönetme tekniğidir. Kapitalizm bir sistem olarak korku ve güvencesizlik üzerine inşa edilmiştir. Demokrasinin vaadi ile realitesi arasında çok belirgin bir fark olmasına rağmen hem de. Günümüz demokrasilerinin okul, eğitim ve hukuk sistemleri özünde korku aparatlarıdır.[6] Korku burada demokrasi menajerliği ve retoriğiyle demokrasinin gerçekliği arasındaki farkı gizlemek için kullanılır. Korkunun üretilmesi, kümülasyonu korkuyu gerçeklikten uzaklaştırır, yani korku nevrotikleşir. İktidarların becerisi nevrotik korkuyu gerçeklikle yeniden ilişkilendirmektir. Komünizm, dış güçler, ülkeyi bölmek isteyenler gibi fiktif anlatılar da burada kullanılır.
Irkçılar ve popülistler duygu politikasında etkin olmak isterler. Bunun bir başka anlamı da birçok konu rasyonaliteden ve bilimsel gerekçelendirmelerden uzaklaşılarak duygusal alana çekilir. Burada herhangi bir konunun gereğinden fazla duygusallaştırılması o konunun sakin ve mantıklı tartışılmasını engeller. Bu duygusallaştırmanın neticesinde önemli olan bilgi değil de inanç olur ki inancın duygusallaştırılması insanların hızla fanatikleşmesine yol açabilir. Duygular politikasında sadece korku değil diğer duygular da manipüle edilir. Politika kişiye kinden nefret etmesi gerektiğini de söyler. Öteki, düşman ötekine dönüştürüldüğünde nefret de kanalize edilebilir.
Mausfeld, Arendt’i alıntılayarak totaliter düşünde eğitimin amacının bir düşünceyi aşılamaktan öte insanlarda özgün ve bağımsız kanaat oluşmasını sabote temek olduğunu yazar.[7] Bu tutum insanları Führer’e bağımlı yapar. Mausfeld’e göre popülistlerin ve ırkçıların kullandığı en önemli teknik –Postman’ın bir belirlemesinde belirttiği üzere– yanlış bilgilendirme (falschinformation) yerine enformasyon bozmadır (desinformation).[8] Yani yanlış haber yerine insanın kafasını karıştıran haberler yaymak. Bunun yarattığı kafa karışıklığı insanı güvensiz hale getirir. Mesela dezenformasyon nedeniyle doğru olan habere karşı güven sarsılır ve kendi yücelttikleri (Führer) insanların yönlendirmelerine, enformasyonlarına bağımlı hale gelirler. Irkçılıkla mücadeledeki en önemli sorunlardan biri etabile olmuş partilerin ırkçılıkla etkin mücadele etmemeleridir, çünkü ırkçılar aynı zamanda seçmendirler ve bu partiler ırkçı olanların da oyuna taliptirler.
SOYKIRIM VE KOMPLO TEORİLERİ
Soykırım yapılmadan önce halkın soykırımı kabul edeceği uygun koşulların ve atmosferin oluşturulması gerekir. Yani yıllarca komşu olanların komşuluk hukuku (dayanışma, yardımlaşma, ortak ritüeller, tanışıklık gibi) üzerinden ilişki kuran, yer yer de pozitif ilişkilenmiş insanların birbirini katletmelerinin yolunun hazırlanması gerekir: yani bu ilişkilere paranoyak/kuşkucu davranışları dahil ederek düşmanlık tohumları ekmek.
KOMPLO KURAMLARI VE KORKU POLİTİKALARI
Birçok bilim insanı “komplo teorisi” kavramının yanlış kullanıldığını, çünkü “komplo” anlatımının “teori” tanımına uymadığını, dinamiğinin farklı olduğunu söyler. Jakob Johann Müller ve Cecile Loetz, komplo masalının bir teoriden çok bir yanılsama olduğunu yazar ve şizofreniye yakın bir yere oturturlar.[9] Yani komplo kuramları ilkel duygulara mantıksal görünen gerekçeler bulma çabasıdır bir yanıyla.
Karanlıkta yürürken arkamızdan bizimle aynı yöne yürüyen insanın bizi takip ettiğini düşünmemiz ya da evde otururken duyduğumuz bir sesi eve hırsız giriyor şeklinde yorumlamamız gibi… Paranoya içimizde oluşan, anlamadığımız ve anlamlandıramadığımız bir hali “kötü”ye yorumlamamız, bu kötü fanteziyi dışımızdaki masum birinin üzerine atmamız (arkadan yürüyen adam gibi) ve durumumuzdan onu sorumlu tutmamızdır. Açıklayamadığım bir hale en kolay ve kestirme açıklamayı bulmak, anlamaya çalışmaktan kaçınıp birilerini bu durumdan sorumu tutmak. Kendi içimdeki bana ait ve birbiriyle uyumsuz ruh hallerimi dışarıya atmak, birinin üzerine yıkmak ve böylece sadece bana ait bir meseleyi iki (ya da daha fazla) kişi arası bir meseleye dönüştürmek. Belirsiz ve anlamlandıramadığım, sorumlusunu ve kaynağını bilmediğim ruh halimi birinin üzerine yıkarak içimdeki durumdan onu sorumlu tutmak, bu soruları da kendimce yanıtlamak…
Kötüden ben sorumlu değilim, şeytana uydum. Beceriksiz değilim, nazar değdi. Sakar değilim Tanrı cezalandırdı. Yoksuluz çünkü gâvurlar gelişmemizi istemiyor… Komplo masalları işte tanıdığımız bu tür durumlar üzerine inşa edilir. Anlık algılanan bir şeyin yanlış tercümesiyle oluşan bu kanı güçlendirilir ve doğru olduğuna dair yanlış enformasyonlar verilir. Kısacası, gece yürürken takip edilip edilmediğimi düşündüğümde, yanımda yürüyenin bana yalan söylemesi ve yanlış bilgilendirmesi sonucu oluşan kesin kanaat: “Arkamızda biri var, bizi takip ediyor, elinde silah var, adımlarını sıklaştırdı!” Korku dinamiğinin mantığı kuşatmasıdır burada yaşanan.
Örümcekten korkan biri için korku anında bir örümcek bir aslandan daha büyük ve tehlikelidir. Korkan insan böyle olduğunu zanneder. Korku geçtikten sonra bunu mantıklı olarak konuşabilirsiniz, ama korku anında değil. Popülistler sıkça, insanların bilinen normal sınırlarda olan ve yer yer korku anlarında yaşadıkları bu paranoyak eğilimi kendi amaçları için kullanmakta. Korkan insanlara sürekli korkuları artıracak masallar ve yalanlar söylüyor ve bu insanların korkularından kurtulmalarını engelleyerek, onların mantıklı ve sakin düşünmelerine de fırsat tanımıyorlar: “Dışarıda düşmanlar var! Bu düşmanların işbirlikçileri bizi yok etmek istiyor! Dinimiz elden gidecek, faiz lobisi bizi yıkacak, vatan-millet yok olacak! Pusu kurdular! Yeryüzündeki halklar, devletler bizi yok etmeye çalışıyorlar, ellerinde bıçaklar, adımlarını sıklaştırdılar!” Bu üretilen korkulardan kurtulmak için de insanlar kurtarıcıya gereksinim duyuyor ve ona yöneliyorlar.
KOMPLO TEORİLERİ
Komplo teorilerinin tarihi çok eskilere dayanıyor. İnsanlar kendilerini güvende hissetmediklerinde, güvensiz ortamlar komplo kuramlarının oluşmasını teşvik ediyor. Binlerce yıl önce ava gidenler için kısa zamanda avlanıp geri dönebileceklerinin güvencesi yoktu. Bazen kısa bazen de uzun zaman gerekiyordu başarılı bir av için. Hayvanlarını otlatan insanların iyi otlak yeri bulmaları da yeterli değildi besin garantisi için. Herhangi bir salgın hastalık tüm sürünün yok olması anlamına geliyor ve aile için faciaya dönüşebiliyordu. Yani kontrol edilemeyen ve travmatik biten olaylara neden olan bir bilinmez ve bu bilinmeze bağlı güvensizlik vardı. Dünya yaşanabilen bir yerdi ama tehlikelerle de doluydu. İşte bu bilinmez zarar veren kötü’ydü… Bu kötüyü anlama çabaları ilk komplo teorilerinin doğmasına neden oldu.
Yaratılan tanrılar, kötü ruhlar bu tür ilk komplo teorileri örnekleridir. Yani bir tanrı her şeyi görüyor, duyuyor, biliyor, bir şey olmadan biliyor, hatta o nasıl olacağına karar veriyor ve dünyayı o yönetiyor. Komplo teorileri bu anlatının çeşitlenmesi üzerine kuruludur. En yaygın komplo anlatısı dinlerdedir. Bizi bizim dışımızdaki güçler yönetiyor, yönlendiriyor ve sonunda da bizi yok edecek. Komplo teorisinde bir kötü var ve bu kötüyü kontrol edemezsek bu bizim sonumuz olacak. Yok olma korkusu insanın tarihinde kendine hep bir yer bulmuştur. Kıyamet günü anlatısı, bir gün dünyanın sonunun geleceğine dair bir korkudur. Kolektif korkular belirli dönemlerin en belirgin özelliğidir.[10] Psikanalist Werner Bohleber de “kıyamet günü” anlatısının komplo teorisi özelliklerine dikkat çeker.[11] Zaten komplo teorilerindeki din bir inanç olmaktan öte kökten dinci bir eğilimdir. Bu iyi ile kötü arasındaki son varoluş savaşıdır.
Peki kötü nedir? Kötü en kaba tanımıyla “olmaması gereken”dir.[12] Kötü ürkütücü=korkulandır ama aynı zamanda çekicidir. Yani insanın kötüyle ilişkisi ikirciklidir. Kötünün bir eksikliğe dair olduğuna inanış vardır. Kötülük insanların aptallığı, cahilliği sonucu olur diye düşünürüz. Halbuki birçok kötülük anlatımında, komplo kuramlarındaki kötü bir eksikliği (mesela zekâ eksikliği) değil de bilakis çok sinsi ve akıllı olduğu ve bu durumunda kötü’yü çekici yaptığını görürüz. Sinsi ve hainlik ve bunu deşifre etme isteğinin yarattığı dinamikte bir çekim alanı yaratır ve hayranlık oluşur. Yani hainliği planlanma, gizleme ve yakalanmama çekicilik yaratır.
Eğer bir yerde kötülük olmuşsa bu kötülüğün neden olduğunu araştırma, suçluyu bulma çabasını da gerekli kılmış. İşte bu kötülüğe aranan nedenlerde bulanan gerçek dışı anlatılardır komplo teorileri. Yağmuru yağmur tanrısı yağdırıyor, depreme deprem tanrısı neden oluyor. Dolayısıyla bu tanrıların kötülüğünü önlemek için de kurbanlar sunuluyor. İlkel komplo teorileri binlerce çocuğun, insanın, hayvanın kurban edilmesiyle de önlenmeye çalışılmış. Robert Anton Wilson, günümüzde kabul gören onlarca komplo kuramını incelemiş ve güvencenin olmadığı ortamlarda bu tür anlatılar öne çıkacağını yazmıştır.[13] Kısacası açıklamanın olmadığı ve bir çıkmaza düşülen durumlarda çıkış yolu arayışlarıyla oluşur bu tür kuramlar. İncil’de de cennetten kovulma hikâyesinde kötü tarafından ayartılan insanın cennetten kovulması anlatılır, yani insanın kötülüğünü isteyen ve onu kandıran bir komplo sonucu insan cennetten kovulmuştur.
İslam’a göre cennetten kovulmanın nedeni şeytanla ilgilidir.[14] Bir melek olan şeytan kibirli davranarak insana biat etmek istemez ve tanrı onu cennetten kovar ve şeytan insanları hak yolundan çıkarmaya yemin eder. İslam’a göre kötülükten şeytan sorumludur. Bu anlayış aslında kötü’yü insanın dışında lokalize eder. İnsanın ayartılmaya yatkınlığı insanı günah işlemeye, şeytana uymaya yöneltir. İnsan bu tanımlamada zaafları bulunan zayıf kişiliklidir. Bu inanış kötünün dışarıda, insanı sürekli aldatma ve ayartma çabasında olduğunu, sürekli dikkatli olmak gerektiğini söyler. Şeytan sürekli olarak insana komplo kurmakla meşguldür yani. İnsan bu durumdan ancak nefsini terbiye ederek korunabilir. Bu anlatı dünyanın şeytandan ötürü güvenli bir yer olmadığına işaret eder. Psikanalitik kuramların tersine İslam kötü’yü insanın dışına taşırken aynı zamanda şeytana uymaktan ötürü de insanı kötülükten ötürü sorumlu/suçlu/günahkâr tutar.
KOMPLO KURAMI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Mathias Bröker, 11 Eylül saldırılarından sonra yayımlanan ve bir yıl içinde on altı baskı yapan komplo kuramlarını incelediği kitabında bu konuda dokuz tez geliştirmiştir.[15] Hayat, evrim aslında bir komployla başlıyor: Zor bir dünyada var olabilmek için bakteriyolojik bir komployla başlıyor hayat ve belki de bu dünya çapındaki tek komplo. Komplo en doğal ve herkesin içinde bulunduğu, hatta yaptığı bir şey. Üç arkadaş oturuyorlar ve daha sonra biri oradan ayrılıyor. Geride kalan iki kişi giden arkadaşlarının ardından konuşarak kendilerini başka bir konuma getiriyorlar. Burada giden üçüncü kişi iki kişinin bilgisine sahip değil ve dezavantajlı konumda. Her insan bu türden durumlar yaşar, yani komplo çok yaygın ve tanıdık bir durumdur.
Komplo teorileri bazen gerçek komploların ortaya çıkmasına yardım eder. Bir kişi aldatıldığı kanısındadır. Aldatıldığına dair teori geliştirir. Sonra da bu durumu belgeler ve gerçek komployu ortaya çıkarır. Gazetecilerin ortaya çıkardığı yolsuzluklar önce basit bir şüpheyle başlar. Demek ki her komplo teorisi patolojik olmayabilir. Komplo teorisini çekici yapan en önemli etken karmaşık durumlara çok basit ve anlaşılır açıklamalar bulmasıdır. Yani ülkedeki karmaşık ve çeşitli nedenlerle oluşan sorunu günah keçisi olarak seçilen göçmenler üzerine yıkıp göçmenleri tüm sorunlardan sorumlu tutma kolaycılığı gibi. Yabancılar giderse sorun biter demek, tam da böyle bir basit açıklamadır. Bröker en yaygın ve etkin komplo kuramının tanrı konseptinde olduğundan bahseder.[16] Her şeyi gören, her şeyi kontrol eden, evrende olan her şeyden sorumlu tanrı… Belirttiğimiz üzere komplo kuramlarının bir özelliği de kompleks konulara çok basit açıklamalar bulmaktır: Takdiri ilahi. Komplo kuramlarını mantıklı ve bilimsel gerekçelerle eleştirmek de komplo olarak adlandırılarak komploya korunak sağlanır ve bu sistemi bozmak da giderek imkânsızlaşır.
SAHTE GERÇEKLİKLERİN ÜRETİMİ
Basit açıklamalardan bahsettik. Örneklendirirsek, uzmanlar anlamadığım onlarca üretim, tüketim, faiz, döviz, enflasyon, swap, finans kapital gibi kavramlar üzerinden ekonomik meseleleri açıklarken, anlamak için iyi birer uzmanlık gerektiren bu konuları bazıları birkaç kavramla çözüyorlar: dış güçler, düşmanlar, gâvurlar… Kısa bir süre sonra ekonomik kriz dış güçler üzerinden konuşuluyor. Çocuklukta tanıdığımız dualizmle mesele anlaşılır hale getiriliyor: iyi ve kötü, biz ve düşmanlarımız. Bu tür kolaylaştırmalar, bir yerden sonra gerekçelendirmeyi bile lüzumsuzlaştırıyor ve bilgi-belgeye gerek bile kalmıyor hatta!
Nazilerin çok yaygın kullandığı etkili bir yöntem: Bir yalanı ne kadar çok tekrar ederseniz, o yalan o kadar gerçeğin yerini alır! Bilginin dışlanmasıyla oluşan inancın değiştirilmesi ve dönüştürülmesi de çok zor. Her inançta olduğu gibi, inancın oluştuğu yerde gerçekle ilişkisi belirleyicidir. Sıradan bilgiyle başlar inanç –inanma sürecinde gerçeklikten koparak bir anlatıya dönüşür. Gerçekle kesiştiği yer, inançlı insanda inancın gerçeklikten kopmadığı kanısını uyandırır. Masallardaki devlerin, cadıların elleri ayakları vardır. Çocuğun gerçeklik dünyasında ve gerçek hayatta bazı canlıların ayaklarının ve ellerinin olması çocuğun tüm masalı gerçek gibi algılamasını da sağlar. Çocuk gerçeklikle ilişkilenen anlatının tümünü gerçek bir hikâye olarak kurgular ve masala inanır. Ekonomik kriz ortamı ve gerçekliği, bu krize ilişkin masalın gerçek olduğu, neden-sonuç ilişkisinin de masaldaki anlatı gibi olduğu kanısını doğuruyor. Dış güçler masalının anlatılması bir problem ama asıl problem bu kadar yetişkin insanın bu kadar çocukça davranması ya da aptallığı gerçeklikten kaçmak için bir savunma mekanizması gibi kullanmaları, hangisi emin olamıyoruz.
BİLİNMEZE TAHAMMÜL EDEBİLME OLGUNLUĞU
Komplo kuramlarına ilişkin bir yazısında psikanalist Thomas Auchter insanın dünyaya geldiğinde üç temel gereksiniminin olduğundan söz eder: Güvence, bağlanma ve narsisizm.[17] Bebeklik çaresizlik ve yetişkinlere varoluşsal bağımlılık demektir. Bebek-çocuk yeni biriyle veya yeni bir durumla karşılaştığında yabancılık çeker ve iki eğilim ortaya çıkar: merak ve korku. Yabancı düşmanlığı, ötekinden korku ve nefretin ilk ortaya çıktığı yerdir bebeklik. Çocuk yeni biriyle veya durumla karşılaşınca yeni olanın iyi ya da kötü mü olduğunu anlamaya çalışır. Yabancıyı kendisine tanıdık yapabilmek için kendi tanıdığı sisteme tercüme etmeye, tanıdığı kodlar üzerinden onu kendisi için anlaşılır kılmaya çalışır. Avusturalya’da da yaşasa hayatında ilk kez bir kanguruyla karşılaşan bir insanın tepkileri aynıdır: İnsan yabancı bir durumla karşılaştığında bu durumu kendi tanıdığı sistem üzerinden anlamaya çalışır.
Psikanalist Wilfred Bion’un tanımladığı bir fenomen vardır: negative capability.[18] İnsanların anlayamadıkları durumlar ve olgular rahatsızlık verir. Bu halleri açıklayarak bir rahatlık sağlarız. Küçük yaştaki çocukların çokça soru sormasının nedeni, anlamadıkları bir durumu açıklığa kavuşturarak rahatlık elde etmektir. Yetişkinlikte de benzer açıklamalar ararız. Sevgilimizin bizi neden terk ettiğini, çocuğumuzun sınavı neden kazanamadığını, doların neden yükseldiğini, ekonomik krizi ve yoksulluğu anlamak isteriz. Dinler çok karmaşık sorunlara basit ve kolay, herkesin anladığını sandığı açıklamalar sunar: Kader, Tanrı böyle istedi, ölümden sonra da hayat var gibi.
Politikacılar, özellikle popülist politikacılar da zor ve karmaşık problemlere basit açıklamalar sunarlar. Dış güçler ve komplo masalı anlatısı bu bağlamda çok kullanışlıdır. İnsanların tanıdıkları bir model kullanılır ve saçma da olsa herkesin anlayacağı basit bir formül sunulur. Wilfred Bion’un bize anlatmak istediği ise bazı soruların yanıtının hemen olmamasına ve bazı sorulara hiçbir zaman yanıt bulamayacağımıza tahammül etmenin bir yetişkinlik belirtisi olduğu, sabırlı ve tahammüllü kişilerin psikolojik olgunluğa ulaştıkları gerçeğidir. Ayrıca her soruya bir cevabın olmasının ardında ilkel bir narsisizm, kendini tanrı sanma isteği de vardır. Birçok inanca göre yeryüzündeki her sorunun cevabını sadece Tanrı bilir. Her soruya bir yanıtımızın olduğunu sanıyorsak, aynı zamanda tanrısal bir gücümüz varmış gibi davranıyoruzdur. Maalesef yeryüzünde bazı soruların gerçekten yanıtları yok…
İnsanlarda gözlemlediğimiz bir başka olgu ise olayları birbirleriyle ilişkilendirme kabiliyetidir. Psikanalist Auchter’ın “arkaik düzen gereksinimi” (das archaische Ordnungsbedürnis)[19] kavramıyla düşünürsek bu bir ihtiyaçtır. İnsan gördüklerini, yaşadıklarını birbirleriyle ilişkilendirerek “Neden?” sorusuna açıklık getirmeyi dener. Bulduğu bu açıklamalar kendi iç dünyasını rahatlatma, kafasındaki soruları böylece kendince çözme gereksinimiyle ortaya çıkar. Babil kulelerinden gökyüzüne bakan dönemin gök bilimcileri milyonlarca ışık yılı önce ölmüş yıldızları birbirleriyle ilişkilendirmeyi deniyor, yıldızlara bakarak birbirlerinden milyarlarca ışık yılı uzakta olan yıldızlardan bitki ve hayvan figürleri yapıyor ve böylece bu yıldızlar arasında sıkı bir bağ var olduğunu sayıyorlardı.
Bir soruya yanıt ararken çeşitli bağlantılarını da araştırırız. Türkiye’deki ekonomik krizin başka olgularla bağlantılarına bakarız mesela. Ama bu eğilim çoğu kez mantık dışı arayışlara da iter: “Pandemiyi erkekleri kısırlaştırmak için bilerek çıkardılar” diye düşünmek ya da dolar değer kaybetsin diye dualar etmek gibi… Paranoyak eğilimi olan kişi ve toplumlar daha çok irrasyonel bağlantılar ve ilişkilendirmeler peşindedir.
Müller ve Loetz Fransız Devrimi’yle başlayan bir değişime işaret eder: Önceleri güç/iktidar bir kişide toplanmışken (krallar, sultanlar) devrim sonrasında gücün bu kullanımı sonlandırılmıştır.[20] Öncülüğünü devlet kuramcıları Thomas Hobbes ve Lohn Locke’un geliştirdiği kuramların ve Montesquieu’nun katkılarıyla gücün bir kişinin elinde toplanma geleneği terk edilmiştir evet, ama bu gücün bittiği ve yok edildiği anlamına gelmiyor. Daha önceleri bir ülkede olanlara bir kişi karar verirken, o kişi tarihsel sorumlu tutulabilirken güç “şu insanda” diyemeyeceğimiz biçimde kişilikler (kurumsal yapılar) oluşturuldu. Seçimler ve seçilenlerin gücü ele geçirip kullanmaları mümkün ama bu güç sınırsız ve keyfi değil…
Bu gelişime paralel başka bir değişim daha yaşandı: Dinin gücünün azalmasıyla birlikte Tanrı’yı her şeyi yapan/eden sorumlu tutum da terk edilmeye başladı. Bu durumda kriz anlarında, bilinmezin ortaya çıktığı hallerde, açıklamaların bulunmadığı işlerde bir sorumlu arama ve sorumluyu şahsileştirme ihtiyacı belirdi. Sorunda sorumlunun işaret edilememesi, durumdaki muğlaklık da bu gereksinimi doğurdu. Bu süreçte önceleri cadıları sorumlu tutan Batılılar kriz durumlarında artık başka bir sorumlu bulmaya çalıştılar ve komplo anlatıları da böylece ortaya çıktı. Kestirmeden, sorumlunun belli olduğu bir açıklama bulmak: Sorumlu belli, adresi belli ve bu bir kişi (muğlak, belirsiz biri değil). “Salgını Bill Gates ve şirketi çıkardı, ekonomik kriz aslında Soros’un Türkiye’yi yıkma planı!”
Bir insan nasıl toplu katliam yapabilir?
Soykırım ırkçılığın vardığı en uç deneyimlerden biri. Geçmişimizde bazı gruplar soykırıma uğradıklarını anlattılar/anlatıyorlar. Bu konuyu önce uzaklara taşımak ve oradaki soykırımlara bakarak kavramaya çalışmak soykırımı konuşmayı sağlayabilir. Geçtiğimiz yıllarda insanlığın tanık olduğu, televizyonlardan naklen yayınlanan, belgelenen soykırımlar var. Ruanda, Yugoslavya ve son olarak Irak’taki Êzidîler gibi.
Harald Welzer şu bilindik sorulara yanıtlar arıyor: İnsanlar neden birer seri katil oluyor ve soykırım uyguluyor? [1] II. Dünya Savaşı sonrası Nürnberg Mahkemeleri’nde mahkeme psikoloğu olarak çalışan Douglas Kelly, dönemin önemli Rorschach uzmanlarına Nazi rejiminin önemli isimleriyle yapılan görüşmelerde toplanan materyalini değerlendirilmesi için bir öneri götürüyor ve uzmanlar böyle bir çalışmayı reddediyorlar.[2] Bu red aslında çok dikkat çekicidir. Kelly kendi değerlendirmesini yazıyor: Bu katillerin hiçbirinin özel bir psikolojik yapısı yok ve hasta değiller. Benzer bir ifadeye Adolf Eichmann’ın bilirkişi raporunda da rastlarız: Sıradan normal biri.[3] Daha sonra Nürnberg materyalini inceleyen uzmanlar da benzer çıkarımlarda bulunurlar. Soykırım yapanlar birer psikolojik hasta değiller. Yani sıradan ve normal insanlar özel durumlar oluştuğunda cani olabiliyorlar. Peki bu özel koşullar nelerdir?
Kiev yakınlarındaki Babi Yar’da birkaç yüz Nazi iki gün içinde 33.000 Yahudi’yi çocuk kadın erkek yaşlı demeden katletmişlerdir. Ünlü Rus besteci Dimitri Şostakoviç’in bestelediği 13. Senfoni, bu olayı anlatır.[4] Naziler katledecekleri insanlar arasında hiçbir ayrım yapmamışlardır, Welzer de soykırımın kendine özgü bir iç dinamiği olduğuna vurgu yapar.[5] İnsanlar bu dinamikten ötürü kendilerinden hiç beklenmeyen bu caniliği yapabiliyorlar. Olaylara bir referans dayanağı/çerçevesi (=Referenzrahmen) bulduklarında da bu yaptıklarını gerekçelendiriyorlar: “Savaşta böyle şeyler olur” ya da en bilindiklerden “Ben sadece emri yerine getirdim” gibi. Savaş şartlarında bulunulması, emrin yerine getirilmesi bu caniliğin çerçevesini oluşturuyor. Şerefli, güvenilir, işine sadık bilinen kişiler vazifelerinin gereği olduğu için, güvenilirliklerini sarsmamak için toplu katliamlara katılıyorlar ve bu onların ahlaklarıyla bir çelişki yaratmıyor.[6] Yani kendi ahlaklarına uygunluğun gereği cani oluyorlar.
Onlar kendilerinin katil, cani olarak tanımlanmalarına da razı değiller, çünkü bu tanım onların öz imajına aykırı. Yani bu katiller kendilerini işlerinin gereğini yapmış “iyi bir insan” olarak görebiliyorlar. Welzer, Nazilerde evrensel bir ahlaktan öte “özel ahlak”ın (=partikulare Moral) olduğunu söyler.[7] Bu özel ahlak bazı insanları (Aryan Almanlar) üstün ırk sayar ve alt sınıflardaki insanlar, insan dahi sayılmadığından öldürülmeleri de ahlaki bir sorun yaratmaz. Yani soykırımcılarda evrensel ahlak normlarına göre ahlaksızlık saydığımız ve bütün dinlerin temek öğretisi olan “öldürme yasağı” ahlaksızlık değildir çünkü soykırımcılar düşmanlarını kendileriyle hiçbir zaman eşit görmezler ve o insanları insandışılaştırırlar. Yani Naziler ahlaklı olduklarını sandıkları için/ahlaklı olmak için canileştiler ve bu canilik onlara göre normaldi ve ahlaki normlarına uygundu.
Erol Taş’ı düşünelim… Rolü gereği kötü insan, gerçekte herhangi bir insandır. Tamamen kurgu rolü gereği kötü olmaktadır… Peki bir insan cinayetler işleyip kendini nasıl katil hissetmez? Bu sorunun cevabını Wetzler, Erwing Goffman’ın “roldeki mesafe” kuramında buluyor.[8] Bir insanın işi aynı zamanda o işe ait bir imajı da gerektiriyor. İnsan işini yaparken kendi duygularını bir kenara itebiliyor. Bir hâkim işlediği suçtan ötürü suçluya acıyabilir ama işi gereği acıma duygusunu görmezden gelebilir. Kendini üstün sayan Nazi subayı insan görmediği, böcek saydığı Yahudi’yi öldürürken yaptığı eylemi kötülük sayamayabiliyor.
Irkçılığın radikal biçimde savunduğu en önemli tezi insanlar arasında giderilmez bir eşitsizliğin olduğu, bazı insanların üstün bazılarınınsa insana benzediği ama insan olmadığı, alt insan olduğudur. Terörist sanılan binlerce insanın öldürülmesi, hapsedilmesi, işkenceden geçirilmesi görevle araya konulan mesafeden ötürü kötülük değil de kahramanlık hikâyesi olabiliyor. Bizi “sırtımızdan vuran hain Ermenilere haklı cevabı vermek” de bir kaçınılmazlık, gereklilik ve kendini savunmadır (soykırım değil yani). Cinayeti iş/rol gereği görünce katiller normal hayatlarında kendilerini katil saymayabiliyorlar ama gerçek hayat film değil ve katledilenler gerçekten ölüyorlar…
Naziler kendi açılarından soykırımı kendilerini ahlaklı sandıkları için yaptıklarına inandılar. Burada yapılan zulmü anlamında değil de insanların zulmü üretirken nasıl olduklarına anlamaya dair yazdıklarım. Arendt’in de sözünü ettiği “kötülüğün sıradanlığı” varolan bir olgudur. Arendt, Eichmann’ın yargılamasını izleyerek bu Nazi’nin sıradan bir şekilde, sadece işini yaparak binlerce insanı ölüme yolladığını anlatır.
SOYKIRIM KURBANI ÇOCUKLAR
Naziler kısa süre sonra kadınları ve erkekleri öldürmeyi “teknik olarak bir iş”e çevirdiler ve imha sadece bir vazifenin yerine getirilmesi, sıradan bir işti. Düşmanları öldürmeyi kendi askerlik ve vazife anlayışlarına entegre ederek özel bir ahlak yaratabiliyorlardı. Peki ya çocuklar? 1941 yazında 45. Tabur yeni doğmuş bebekten altı yaşındakilere, 90 çocuğu katletmekle görevlendirilir. Askerler emre uymaz ve bebek öldürme talimini gerçekleştirmemişlerdir. Kendi görev ve ahlak tanımlarına bu durumu sığdırmakta zorlanırlar. Askerleri, yetişkinleri uzaktan kurşunlamak onlara bedensel mesafe koymak, haykırışlarından uzakta durmak mümkündür. Ama bebekler ve çocuklar istenileni başka bir dilde anlamazlar, ağlarlar… Bebeği, küçük çocuğu önce kucaklamak ve kurşunlanacak yere götürmek gerekir. Bu durum bazı askerlerin işini zorlaştırır. Ama buna rağmen soykırım anlatılarında çocukların analarının karnında/kucağında katledildiği anlatılır (Ermeni anlatılarından özellikle kız çocukların ganimet olarak paylaşıldığından bahsedilir ki bu mesele çok taraflı bir şekilde ele alınmalıdır).
Çeşitli kültürlerde insanların ortak arzuları onurunu yitirmeden ölmek. Soykırımda işte bu son isteğe de saldırılıyor. Mağdurların kutsalına ve önemsediği değerlere de saldırarak katlediyorlar. İnsanların onurunu kirletmeyi deneyerek öldürmek… Bu alçaklığın katmerlenmesidir. Cezalandırmada cezalandırılan kim olursa olsun, ne yapmış olursa yapsın son arzusunu sormak ve mümkünse bunu yerine getirmek cezalandırılana insanca son görev. Bu faile iyilik gibi görünse de geride kalanların bir kişiyi idam ederken bile insan kalma çabası gibidir. Bir katili idam ederek cezalandırmayı, öldürmeyi insanın “hümanistleştirme” çabası.
Birçok kültürde bu tutum kabul görüyor. Soykırım ve benzeri toplu katliamlarda bu kurala uyulmuyor. Bir suçlu var ve bu “suçlu” cezalandırılacak. İşte bu cezalandırmada ceza ne olursa olsun cezalandıran insan cezalandırılanın son arzusunu yerine getirerek insan kalmayı başarıyor. En azından böyle bir kabul var. Sıradan bir ayrıntı belki. İz bırakıyor, acıtıyor…
Soykırımlarda gözlenen bir fenomen daha var: Maraş’ta Alevi bir kadının öğretmen eşine söylediği: “Beni onların eline bırakma, sen öldür.” Soykırımda öldürme bazen öldürme şölenine, öldürmek değil de aşağılayarak öldürmeye dönüşüyor. Sadece kurşun sıkmak soykırımcının öfkesini dindirmiyor. Çoğu kez soykırımcının katil olmadan önceki süreçte caniliğe hazırlanırken öfkeyle doldurulur. İşte bu öfke bazen sadece öldürmekle giderilemez. Aşağılayarak öldürme, insadışılaştırıldığı için öldürülecek kimse ve öldürme yöntemleri de kirletilir. Tecavüz, işkenceyle öldürme gibi.
İşte bu durum soykırımcının eline düşme korkusunu da artırıyor ve bu tutsak olmamak için intihara ya da “beni sen öldür”e varıyor. Franco ‘Bifo’ Berardi, intiharın sadece psikopatolojik olmadığını politik tarihte rastlanan bir oldu olduğuna vurgu yapar.[9] Mesela İspanya’nın Amerika’yı sömürgeleştirmesi sonrasında, Amerikan Yerlileri kendilerine layık görülen hayatı reddedebilmek için intiharı seçmişlerdir. İntihar bu kontekste kültürel yaşamın yıkımını bu insanlar onursuzluk saydıklarından[10] intiharla “onurlu” bir eylem yaptıklarına inanıyorlardı.
Benzer bir fenomen Bali Adası’nda yaşayan yerlilerde görülüyor. 1906 yılında Hollandalıların adaya çıkmasıyla teslim olmayı onursuzluk ve aşağılanma sayan yerliler “puputan”[11] diye adlandırdıkları ritüelize edilmiş bir intiharı seçmişler. Ritüelize çünkü kaybedecek hiçbir şeyleri kalmayan insanların onurlarını kurtarmak ve aidiyetlerini kanıtlamak için halklarının parçası oldukları duygusunu son kez yaşamak için intihar ediyorlar. Birçok soykırımda ya da savaş sonrasında yaşanacak zulümler birlikte intihar/genişletilmiş intihar diyebileceğimiz bir fenomeni de oluşturuyor. Düşmanın eline geçmeden önce insanlar intihar etmeyi seçiyorlar. Anneler çocuklarını düşmanlarına bırakmamak için çocuklarını öldürdükten sonra intihar ediyorlar. Her ne kadar bu olaylar intihar gibi görülse de bir anlamda intihara zorlama, intiharı zorunlu kılma da burada önemli rol oynar.
Soykırımcılar mutlaka zulmün dozunu biraz daha artırma yöntemi bulurlar. 1942 yılından bir Nazi raporunda şu ifadeler geçer: Anneler ve çocuklar öldürüldüğünde önce çocuklar öldürülmeli. Anneler önce öldürülürse çocuklar ağlayıp kafa şişirebilirler.[12] Yani anneler katledilmeden önce kendi çocuklarının katledilmesine tanık olurlar… Farklı coğrafyalarda benzer, hatta aynı zulümler yaşanır. Seyit Rıza, idam edilmeden önce son arzu olarak oğlundan önce asılmak ister. Oğlunun ölümüne tanıklık etmek istemez ki bu isteği de yerine getirilmez. Seyit Rıza’yı oğlundan sonra asarlar.
Savaş biter. Yenenler tüm iğrençliklerini yenebilenlere yaşatırlar. Bu yüzyıllardır yaygın, yenen erkeğin zafer ritüelidir. Kan dökülür, anlamsız, ahlaksız öldürmeler, tecavüzler, zulümler… Sadece travma da değil, aynı zamanda bir insanı aşağılamanın en etkin yolu. Bu tecavüzlerden hamile kalan kadınların çocukları ya da kadınlar karınlarındaki çocuklarıyla öldürülürler. Tecavüz hamilelikleri çok sorunludur ve düşmandan olan hamilelik daha da kirli ve kötüdür. Ölümle tecavüz edilen kadına kesilir fatura… Eğer düşmanla aşk ilişkisi yaşayan kadınlar hamile kalmışlarsa düşmanlar gittikten sonra da bu kadınlar ve hamilelikleri bazen çok canice cezalandırılır. Irkçılıkta ırkçı grup kanının, dölünün temiz ve arı olduğunu düşünür ve grup dışındaki ilişkileri ve doğan çocukları ırkın kirlenmesi olarak görür. Her ne kadar zulüm buralara kadar varmasa da Kürt’e/Türk’e, Alevi’ye kız vermememin mantığı da özünde bu ırkçılığa tekabül eder.
Geçtiğimiz yüzyıl çok kanlıydı ve çeşitli soykırımlar çeşitli coğrafyalarda yaşandı. Toplumlara düşmanca kutuplaşmalar ve bunun sonunda kıyımlar. Byung-Chul Han her çağda bir hastalığın çok belirginleştiğini ve geçtiğimiz yüzyılın da antibiyotik bulununcaya dek bakteriyel hastalıkların çok olduğunu yazar.[13] Savunma mekanizmaları yabancı ne varsa vücudun/toplumun dışına atıyordu. İnsanlar vücutlarına yabancı olan ve dışarıdan gelen “yabancıyı”/mikrobu elimine ediyor. Yabancıdan/mikroptan kaçınmak mümkün olmayınca problem oluyordu. Ve mikropsa eğer yabancı/öteki yok edilirdi.
İTAAT VE KÖTÜLÜĞÜN ORTAYA ÇIKIŞI: MİLGRAM DENEYLERİ
Goffman, askerin orduda kaçma olasılığı olmamasını, “düzenlenmiş kadercilik” olarak değerlendirir ve bu durumu boyun eğmenin aşağılanma yerine kahramanlık olarak algılanmasına dönüştürür.[14] Bazı gruplar, kişinin bağımsızlık hissini kısıtlayarak hiyerarşik bir yapıya sahiptir. İdeoloji, bir hapishane gibi insanların düşüncelerini sınırlayabilir ve bu durum, gençlerin ve çocukların kendi yaşadıkları koşulları kahramanlık olarak görmelerine ve bunu kişisel güçleri olarak kabul etmelerine neden olabilir. İtaat, burada güçlü olmanın bir göstergesi olarak içselleştirilir. Haz, günah ve yasak olarak sunulur ve kabul edenler daha sonra bu durumun kendi istekleriyle gerçekleştiğine inanarak hayattaki nimetlere erişememenin bir ifadesi olarak görürler, bunu kişiliklerinin sağlamlığına bir işaret olarak yorumlarlar.
Birçok insan, kötülük yapma eğilimindedir. Bu, çoğumuzun “kötü” olmamasının yaşadığımız koşullarla da ilişkili olduğu bir gerçektir. Bu, kötülüğü övmek veya kötüyü normalleştirmek anlamına gelmez. Kötülüğü belirli insan özellikleri olarak tanımlamak, kötüyle mücadeleyi zorlaştırabilir. Önemli olan, kötülüğü besleyen ortamları ortadan kaldırmak ve kötülüğün cazibesine karşı koymaktır. Yani, insanları iyi ve kötü olarak kutuplaştırmak yerine, kötülük yapanlarla mücadele etmek ve onu engellemek daha önemlidir.
Kötülüğe eğilimi gösteren Milgram Deneyleri’nde de[15] görüldüğü gibi, Milgram, Nazi rejiminin nasıl başarılı olduğunu ve insanların sorgusuz sualsiz nasıl zalimleştiğini anlamak için çeşitli deneyler yaptı. Benzer deneyler, farklı zamanlarda ve farklı ülkelerde yapılarak, insanların neden sorgusuzca itaat ettikleri ve zulüm uyguladıkları araştırıldı ve sonuçlar benzerlik gösterdi.
Milgram, özel bir durum yaratıyordu: Deney ortamı. Bu ortam, olağan bir ortam değil, belirli bir mekânda, belirli koşullarda ve yönlendirmelerle oluşturulan bir durumdu. İnsanlar, deneye katılarak “insanlığa katkıda bulunmak” gibi önemli bir görev üstlendiklerini hissederlerdi. Dolayısıyla, sıradan insanların “insanlık” gibi yüce bir konuya katkıda bulunacaklarını sanmaları, bu olağanüstü durumu pekiştirirdi.
Deney yöneticisi, bir “yönetici” konumunda olduğu için sorgulanmazdı ve bu da ona formel bir güç, iktidar ve otorite pozisyonu kazandırırdı. Ayrıca, otoriter sistemlerde itaatin bir sosyalizasyon mekanizması olduğunu belirtmek önemlidir. Otoriteye itaat etmeyi öğrenmiş bireyler, otoriteye itiraz etmeye veya ona karşı gelmeye kalktıklarında, kaosun ortaya çıkacağını düşünebilirler. Benzer şekilde, cemaatler de mensuplarına otoriteye itaat etmemenin sonuçlarının felaket olacağı korkusunu verirler.
Milgram Deneyi’nde, deney yöneticisi bir denek üzerinde öğretmenlik rolü verirdi. Öğrenci olarak nitelendirilen kişi, yanlış cevaplar verdiğinde, öğretmenin cezalandırma amacıyla elektrik vermesi gerektiğini söylerdi. Her yanlış cevapta elektrik voltajı arttırılırdı. Sonuç olarak, birçok denek, öğrenci rolündeki kişinin çığlık atmasına ve yalvarmasına rağmen, elektrik şiddetini arttırmaya devam ederdi. Hayır dediğinde veya itiraz ettiğinde, kendisi için hiçbir olumsuz sonuç olmamasına rağmen acımasız olmaya karar verirdi.
Deneyin sonunda, deneklere verilen elektriğin aslında doğru olmadığı ve öğrencinin rol icabı çığlık attığı söylendi. Bu deney, insanların otoriteye bağımlılığının ve zalimliğin her kültürde ortaya çıkabileceğini göstermektedir.
Milgram Deneyi, bir gerçeği daha vurgular: Kötü, filmlerde gösterildiği gibi stilize edilmez. Yani, filmlerdeki kurguda kötü insanlar kötülük yapar, iyiler ise iyilik yapar anlayışı, bu deneyle sorgulanmıştır. Sıradan insanlar otoriteye boyun eğerek zalim olabilirler. Hannah Arendt’in de değindiği “kötülüğün sıradanlığı” var olan bir gerçektir.[16] Arendt, Eichmann’ın yargılanmasını izleyerek Nazi’nin sıradan bir şekilde, sadece işini yaparak binlerce insanı ölüme gönderdiğini anlatır. Milgram da sıkıcı, sıradan, ortalama insanların zulme yatkınlığına vurgu yapar.
Özellikle ırkçı gruplar hiyerarşik ve askeri bir düzen kurarlar. Bu hiyerarşi, aynı zamanda otoriteyi düzenler. Kimin üstte olduğu, kimin altta olduğu kesin bir şekilde belirlenir. Her birey emir alan ve emir veren, itaat eden ve edilen olabilir. Emri yerine getirenler vazifelerini yaptıkları için de kişisel sorumluluk üstlenmezler. Hiyerarşik ve otoriter örgütlenmelerde “kötü” anonimleşir. Kötüyü emreden de emir alan bir kişidir, çünkü onun da bir üstü vardır. Yüce amaçlar (vatan için, devletin çıkarı, dava gibi) bu tür örgütlenmelerde kutsal olarak gösterilir. Bu nedenle emir sorgulanamaz, sorgulama kuşku olarak kabul edilir ve bu tür örgütlenmeler kuşkuya, eleştiriye izin vermezler. Bu tür örgütlenmeler, kolektif “biz”e odaklandıklarından birey önemsizleşir. Bu bağlamda, verilen emrin uygulanmasıyla ortaya çıkan zulmün bireysel sorumluluğu minimalize edilir.
Ayrıca, zulmün muhatabı olan mağdur/öteki sürekli aşağılanır ve insandışılaştırılır, böylece zulüm meşrulaştırılır. Mağduru değersizleştirmek, zulme gerekçe olur. Ayrıca, yapılan eylem ile sonuç arasındaki bağ koparılır. Bir düğmeye basarak binlerce insanı öldüren bir pilot, yaptığı eylemi sadece bir düğmeye basmak olarak tanımlar ve bunu zulüm gibi algılamaz. Ayrıca, yapılan iş onurlu olarak lanse edilir. Kameralar önünde bir kişinin boğazını kesen bir İslamcı, bunu İslam ve Tanrı için, yani onurlu bir iş olarak sunar. Bu bağlamda, suç ve suçluluk duygusu oluşmaz.
İnsanlar kendilerine verilen emre neden sorgusuz sualsiz uyarlar? İtaatsizlik, emir verenle alan arasında bir gerilim yaratır, çünkü bu, o anki uyumun bozulduğu, uyumsuzluğun anıdır. İşte bu durum gerilim yaratır.
Çocuklara öğretilmesi gereken ve gelişimlerinde önemli bir rol oynayan bir olgu vardır: “Hayal kırıklığı hoşgörüsü” (Frustartionstoleranz). Bebeğin her isteği yerine getirilir. Ağladığında annesi yanına koşar ve ihtiyaçlarını giderir. Ancak bir dönem sonra, anne çocuğun davranışlarına tepki verme konusunda daha temkinli hale gelir. Örneğin, anne bir işle meşguldür ve çocuk uyandığında hemen yanına gitmez. Bu erteleme, çocukta bir gelişime yol açar: Anne benim dışımda biridir ve kendi hayatı vardır. Çocuk, anneyle kendisinin yapışık şekilde yaşayan kişiler olmadıklarının farkına varır. Annenin ertelemesine rağmen çocuğa tepki vermesi, çocuğun annesine güveninin sürmesini sağlar.
İşte bu ertelemeyle oluşan şey hayal kırıklığı hoşgörüsüdür. Ancak çocuğu yetiştiren kişi (anne pozisyonu) bu erteleme yeteneğine sahip değilse ve çocuğun hareketlerine hemen tepki gösterirse, çocuk bu durumu kendi korkusunun onayı gibi algılar. Bu durumda çocuk, sürekli uyum içinde olmaya çalışan biri olur. Yani anneyle çocuğun istekleri arasındaki farklılık veya erteleme adeta bir felaket olarak algılanır, korku yaratan bir durum olarak içselleştirilir.
Yahut anne, çocuğun tepkilerini umursamaz. Çocuk bir dönem sonra uyandığında annenin tepki vermeyeceğini bilir, bu yüzden anneye yük olmamaya çalışır. Kendi arzularını ve gereksinimlerini göstermenin anneleriyle arasındaki uyumu bozacağı duygusunu içselleştirir ve bu nedenle anneden vazgeçer. İşte bu çocuklar bebekken itaate başlar ve uyum bağımlısı olurlar. Daha sonra bu tutum, otoriteye/anne-babaya/hocaya itaatkarlık olarak, onlara yük olmamak şeklinde sürdürülür.
Otoritenin buyruklarını yerine getirmemek huzursuzluk yaratır. Bu huzursuzluğa tahammül edilemediğinden, korkuyla emirleri hemen yerine getirirler. Başka bir boyut ise otoriteye tabi olmayı bir biçimde de kötülük olarak bilmesine rağmen, korkudan ve huzursuzluktan bunu bastırmasıdır. İşte verilen emirle başkalarına kötülük yaparken aynı zamanda faille, yani kendisine kötülük yapanla özdeşleşmiş olur. Emir alır ve itaat ederken olur, emri uygular ve fail olur, bu faillikle de mağduriyetinden kurtulduğunu sanır. Emrin kutsal tarafından verilmesi ise, zulmün kutsal için yapıldığından, yapılanın zulüm olarak algılanmasını engeller.
Philip Cole, Valeri Flint’in “Şeytan” üzerine yazdıklarına gönderme yaparak, savaşarak askeri bir başarı şansı olmayan grupların kendilerine hasım olarak içlerinden “düşman” bulup bu grubu kötücül ilan ettiğini belirtiyor.[17] Otoriter örgütlenmeler, genellikle kendi iç düşmanlarından korkarlar. Bu iç gruplar şeytanlaştırılır ve grubun üyeleri onların çok tehlikeli olduğuna inandırılır. Bu gruplar artık başka bir işlev kazanır: “Yahudilik artık ahlaki bir kimliktir, etnik değil.”[18] Bu tür gruplar, şeytan figürünü sıkça kullanır çünkü bu figür patolojik bölünme için çok uygundur. Şeytan kötülük ister ama kötülük yapamaz, çünkü “bağımsız bir varlık değildir.”[19] Dış güçler vardır (Batı, emperyalizm, gâvurlar) ve bu dış güçlerin içimizde işbirlikçileri vardır. Şeytan (genel, kozmik kötü, somutlanamaz, kişiselleştirilemez, nesnel olmayan kötü), kötülük yapamaz, insanları ayartarak kötü yola götürür (işbirlikçiler, “kişileştirilen ve “nesneleştirilen” kötü).
İç gruplar, şeytana uymuş kötü gruplar olarak sunulur. Şeytanla savaş, bu düşman ilan edilen gruplarla savaşa dönüştürülür. Şeytanın ahlaki ve etik değerleri olmadığından, şeytanileştirilen gruplarla savaşta hiçbir insani değer geçerli değildir. Burada ölçüsüz zulüm, dinsel bağlamlara yerleştirilerek suç ve günah olmaktan çıkarılır. Şeytan aslında “doğaüstü değil, politik bir varlık”tır. Şeytan insanı ayarttığından kötü konuşur, düşünür, insan kılığındadır.
Cole, kötülükten söz ederken bir ayrım yapar: “Saf veya mutlak kötülük.” Kastettiği saflık naiflik değil, sadece kötülük, yani sonuçlarının, niyetin kötüyü içermesidir.
Engizisyon mahkemelerinde temel olarak tartışılan konu, Tanrı’ya rağmen kötünün yeryüzünde nasıl var olabildiğiydi. Bulunan cevap “Tanrı kötüye insanları sınamak için izin veriyor”[20] biçimindeydi. Şeytan, insanları ayartarak amacına ulaşır. Bizi ürküten kötünün bize çok çekici geldiğini söyleyen Zimbardo, iyi ve kötünün birbirinden uzak ve ilişkisiz kurgulanmasının insanın kendisini “iyi” olarak tanımlamasını kolaylaştırdığını, süblimasyonun iyi-kötü arasına duvar ördüğünü söylüyor. Süblimasyon, insanları sorumluluğun dışına çıkarır. Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı”ndan söz ederken kötüyü sıradanlaştırmadığı, Eichmann’ın, çok sıradan bir insanın vazife olarak kötülük yaptığının altını çizdiği belirtiliyor.[21]
Auschwitz gibi insanlık tarihinin en büyük facialarının korkutucu kişiler tarafından değil de daha ziyade sıradan, adi kişilikler tarafından işlendiğini görüyoruz. Neiman, kötünün felsefedeki tarihini araştırdığı kitabında Arendt’e gönderme yaparak düşüncesizliğin kötü niyetlilikten daha büyük felaketlere neden olduğunu yazar.[22] Neiman’a göre önceleri “kötü”nün, örneğin, doğal faciaların Tanrı’dan geldiği düşünülürken ve buna karşı dinsel ritüellerle önlemler alınırken günümüzde kötü insanı “çaresiz kılıyor”dur.[23] Lizbon depremi ve sonrasındaki tartışmalarda sorumlu kutsalın alanında aranırken, Auschwitz’in açıklaması ise bir bakıma hiçbir açıklamasının olmamasıdır.
Milgram deneylerini düşünürken, bu deneylerin laboratuvar ortamında olduğunu ve reel olarak da deneyin bir işkence zulmü olmadığını unutmamak gerekir. Soykırım bağlamında durum biraz farklıdır. Faillerle mağdurlar arasında reel bir sosyal ilişki vardır. İnsanların ortak tarihleri, hikayeleri vardır. Ve insanlar komşulardır. Bir de lider kendinden emin ve kararlı göründüğünde, emire itaat daha kolaydır. [24] Emire itaat, otoriter ve hiyerarşik örgütlenen kültürlerde daha kolaydır veya o tür örgütlenen kurumlarda (mesela ordu, dini kurumlar gibi) emir genellikle sorgulanmaz.
Şahap Eraslan kimdir?
1980’de cunta öncesi Almanya’ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berin’de çalışıyor.
KAYNAKÇA:
[1] Gudrun Brockhaus, “Ich fühle mich wie Sophi Scholl”, Virtüelle Berührung içinde, ed. K. Grabska, A. Mauss-Hanke vd. (Psychosozial Verlag, 2023), s. 144.
[2] age, s. 142.
[3] age, s. 148.
[4] “Die Macht der Worte”, Die Zeit, 2003, https://www.zeit.de/zeit-wissen/2012/06/Sprache-Worte-Wahrnehmung/seite-2, Erişim tarihi: Nisan 2024).
[5] Angst und Macht [Korku ve İktidar] (Westend Verlag, 2021), 5. baskı, s. 14.
[6] age, s. 23.
[7] age, s. 45.
[8] age, s. 48.
[9] Jakob Johann Müller ve Cecile Loetz, “Zur Psychoanalyse der Verschwörungstheorien”, Psychoanalyse im Widerspruch (Sayı 66, 2021), s. 89.
[10] Rainer Mausfeld, Angst und Macht [Korku ve İktidar] (Westend Verlag, 2021), 5. basım, s. 8.
[11] Was Psychoanalyse heute leistet (Klett-Cotta Verlag, 2012), s. 218.
[12] Jörg Noller, Teorien des Bösen [Kötülük Kuramları] (Junius Verlag, 2017), s. 13.
[13] Das Lexion der Verschwörungsteorien [Komplo Teorileri Sözlüğü] (Eichborn Verlag, 2000), s. 15.
[14] Jörg Noller, age, s. 33.
[15] Verschwörungen. Verschwörungsteorien und die Geheimnisse des 11.09 [Komplolar, Komplo Kuramları ve 11.9’un Gizemleri] (Zweitausendeins Verlag, 2002), 16. baskı, s. 64-67.
[16] age, s. 65.
[17] “Kopfgeburten aus dem Bauchgefühl”, Psychoanalyse im Widerspruch (Sayı: 66, 2021), s. 70.
[18] Aktaran Müller ve Loetz, agy, s. 90.
[19] Aucher, agy, s. 69.
[20] Müller ve Loetz, s. 87.
***
[1] Täter. Wie aus ganz normalen Menschen Massenmörder werden [Failler. Normal İnsanlar Nasıl Toplu İmhacı olabiliyorlar] (Fischer Verlage, 2006), 9. baskı.
[2] Welzer, age, s. 7-8.
[3] age, s. 9.
[4] Klaus Dörre, “Kontrolverluste, Autoritarismus, Extremismus in Grossen Transformation”, Treiber des Autoritären içinde, ed. G. Frankenberg & W. Heitmeier (Campus Verlag, 2022), s. 215.
[5] Welzer, s. 14.
[6] age, s. 27.
[7] age, s. 31.
[8] age, s. 38.
[9] Helden Über Massenmord und Suizid [Kahramanlar, Toplu Katliamlar ve İntihar üzerine] (Mathes&Seitz Verlag, 2016), s. 190.
[10] age, s. 191.
[11] age, s. 193.
[12] Welzer, s. 186.
[13] Müdigkeitgesellschaft, 2012, Matthes&Seitz, s. 7.
[14] Goffman, Interaktionsritule (Suhrkamp Verlag, 1999) 5. baskı, s. 253.
[15] Stanley Milgram, Milgram Experiment (Rororo Verlag, 2021), 22. basım.
[16] Eichmann in Jerusalem (Piper Verlag, 2021), 17. basım.
[17] Philip Cole, Kötülük Miti, çev. Reha Kuldaşlı (İş Bankası Kültür Yayınları, 2022), s. 44.
[18] age, s. 248.
[19] age, s. 3-4.
[20] Philip Zimardo, Der Luzifer-Effekt (Springer Verlag, 2007), s. 7.
[21] Ahrendt, age., s. 371
[22] Susan Neiman, Das Böse denken (Suhrkamp Verlag, 2006), s. 15.
[23] age, s. 350.
[24] Welzer, s. 111.