Kürt’ten kardeş olur mu?
Sıkça duyduğumuz bir söylem var: Kürtler kardeşimizmiş. Kardeşlik en ideal ilişki olarak sunuluyor ve Kürtlere iyi ilişkimizin kardeşlik üzerinden olabileceğini söylüyorlar. “Hepimiz kardeşiz” ve “bu Kürtler daha ne istiyor?” Hikâye bu şekilde kurgulanıyor. Ancak, burada sadece Kürtleri değil sunulan kardeşlik ilişkisini de incelemek gerekiyor. Güçlü olan kartal zayıf kardeşini yuvadan atarak öldürüyor. Bu olay annenin/babanın gözleri önünde oluyor. Bazı kardeşlikler ölüm demek…
Olumlu kardeşlik söylemine Fransız Devrimi’nde rastlarız. O dönemler kardeşlik söylemi ilkin, ilerici ve eşitlikçi bir söylemdi. Kral ve soylular kendilerini kutsalın özel ve seçkin yaratıkları olarak görüyorlardı. Kardeşlik söylemi bu üstenciliğe ve bunun kutsalla ilişkilendirilmesine bir itirazdı. “Kardeşlik” soyluları yücelerden indirmeyi ve halkın hizasına çekmeyi amaçlıyordu. Sonra devrim çocuklarını yedi… Kardeşlik ilişkiden doğuyor ve ilişkinin kalitesi kardeşliğin nasıl yaşanacağını belirliyor. Otorite üstten belirlemeyle, yasalarla ‘kardeş gibi geçinin’ diyerek halkları kardeş yapamıyor.
Psikoanalitik literatürde çok ele alınmamış olsa da kardeşlik bağı son derece önemlidir. Hayatımızdaki en uzun süreli ilişkidir kardeşlik. Ana/babalarımız ömrümüz boyunca yanımızda olmazlar, sevgililerimiz ve arkadaşlarımız da doğduğumuzda hayatımızda değildiler. Ancak kardeşlik, doğumla başlayan ve hayatımızın sonuna kadar süren bir ilişkidir. Ömürde, kişinin kendisi dışındaki en uzun süreli ilişki kardeşliktir.
Fakat bu ilişki, aynı zamanda sorunlu bir ilişkidir. Mitolojik anlatılar ve masallar da bu sorunlara sıklıkla değinir. Örneğin, bizim inancımızdaki ilk kardeşlik öyküsü Habil ile Kabil’in hikâyesidir. Bu hikâye, kardeşlik ilişkilerinde en temel soruna işaret eder: bir cinayet anlatısıdır. Kardeşlikte bir pay alma/pay edilme sorunu vardır. Beğenilme ve takdir edilme isteği, kardeşlik ilişkisine damgasını vurur. Bir söz vardır: “Dünya bir kişi için çok, ama iki kişi için dardır.” Kardeşlik de işte böyle bir şeydir. Anne ve babanın dünyasında tek, biricik, en sevilen ve en önemsenen olma arzusu, kardeşin doğmasıyla paylaşılmaya başlanır. Ancak bu paylaşım, her iki kardeşe de az gelir. “Anne ve babam kardeşimi de sevsin, ama en çok beni sevsin” meselesi ortaya çıkar.
Psikanalist Dorothee Adam-Lauterbach’ın kardeşlik ilişkisi üzerine yazdığı doktora çalışması yayınlandı. Anne ve babaların, kardeşlerin arasındaki bireysel sınırların çizilmesine dikkat etmediklerinde, çocukların bu sınırları çatışmalı ve kavgacı bir şekilde çözme eğiliminde olduklarına dikkat çeker. Sanki bizim hikâyemize parmak basıyor… Çocuklar arasındaki sorunların çözülebilmesi için anne ve babaların çocuklarını iyi dinlemeleri, adil davranmaları ve kardeşlerin hassasiyetlerini göz önünde bulundurmaları gerekiyor.
Kardeşlik ilişkisinde güç ve güç paylaşımı çoğu zaman düşmanca ve hatta ölümcül olabiliyor. Mirasın (iktidarın, servetin) ikiye bölünmesindeki zorluk, kardeşin öldürülmesiyle çözülmeye çalışılır. Örneğin, Mısır mitolojisinde Set, kardeşi Osiris’i öldürüp parçalarını Mısır’ın dört bir yanına dağıttırır. Roma mitolojisinde ise Romulus, kardeşi Remus’u öldürür. Osmanlı İmparatorluğu’nda da pek çok sultan, iktidar uğruna kardeşlerini katlettirir. Kardeşlik ilişkisine narsisizm, beğenilme, takdir edilme ve iktidar girdiğinde bu ilişki, ideal bir bağ olmaktan çıkar. Ancak her kardeşlik ilişkisi cinayetle sonuçlanmaz. Bunun en önemli nedeni, sevgidir. Kardeşlerin sosyalleşmeleri ve aralarındaki bağı güçlendirmeleri, paylaşmanın getirdiği mutluluğu yaşamalarıdır. Kardeşlik ilişkisi optimal olduğunda, yerini dolduramayacak kadar güzel bir ilişki olabilir.
Tarihte kardeşliğin kardeşçe olabilmesini kutsal (tanrı/devlet/baba) denetlemiştir. Kardeşlik ilişkilerinde her zaman bir “abla” ya da “abi” vardır; özellikle erkek egemen toplumlarda kardeşlik dendiğinde, akla genellikle iki erkek arasındaki ilişki gelir. Bu açıdan bakıldığında bile kardeşlik ilişkisinin ne kadar problemli olduğu ortaya çıkar. Kişi kardeşini kendisi seçemez. Kişi kardeşin olup olmayacağına karar veremez; anne ve babanın kararının sonuçlarına katlanmak zorunda kalır. Ayrıca, kardeşimizden istediğimiz zaman kurtulamayız.
Bu konuyu biraz açalım. 30 yaşında anne/baba olan bir çiftin bir çocukları daha olduğunda, o anne ve baba aynı kişiler olsa da aynı zamanda farklı kişilerdir. Birinci çocukta hiç çocuk deneyimi olmayan anne/baba, ikinci çocukta bir çocukları olduğundan daha az acemidir. Ancak, iki çocuklu anne/baba olma konusunda yine acemidirler. Ayrıca 30 yaşındaki ilk deneyim ile 35 yaşındaki iki çocuklu deneyim arasında farklar vardır. İki çocuklu anne ve baba, çocuklarına aynı şekilde ilgi göstermek zorundadır; ama çocuklar farklı olduğundan, onları aynı şekilde sevemezler. Örneğin, 3 aylık bir bebekle 3 yaşındaki bir çocuğu aynı şekilde seviyor olabilirsiniz, ama sevginizi aynı şekilde yansıtamazsınız. Üç yaşındaki çocuğu omuzda taşımak keyiflidir ama 13 yaşındaki çocuğu sadece sembolik olarak omuzda taşıyabilirsiniz. İki çocuğun farklı ihtiyaçları olduğu için, onları farklı şekilde sevmek zorunludur. İşte sevginin bu farklı bir biçimde dışavurumunu çocuklar da fark edecek ve kaçınılmaz bir soruyla karşılaşacaksınız: “Hangimizi daha çok seviyorsunuz?”
Bu soruyu anlamsızlaştırabilmek için çoğu anne ve baba, çocuklarını eşit sevme adına onları aynılaştırarak sevme yoluna gider. Bazen farklı kişiliklere ve ihtiyaçlara sahip çocuklara aynı kıyafetler giydirildiğini, aynı şekilde davranıldığını görürüz. Farklı kişiliklere sahip çocuklara sanki aynıymış gibi davranmak, onların biricikliğini görmezden gelmek demektir. Ne yazık ki Sünni Türk devleti de bu hatayı sıkça yapıyor. Alevi köylerine cami yapıp imam atıyor, Sünni çocuklarına sunduğu hizmetlerin aynısını Alevilere sunarak çok adil ve eşit olduğunu göstermeye çalışıyor. Aynı devlet, Kürtlerin ana dili taleplerini de sorunmuş gibi sunuyor. Oysa anne ve babanın birincil görevi, çocuklarını kendi düşüncelerine göre eğitmek değil, onların ihtiyaçlarına göre yönlendirmek ve gelişimlerini desteklemektir. Ancak aileler, bu şekilde hareket ettiklerinde aile birliğinin bozulacağını düşünüyorlar. Oysa kendi olabilmiş bireyler, başkalarıyla daha özgür, özgüvenli ve sağlıklı ilişkiler kurabilirler.
Günümüzde anne ve babalar aile birliğini çocuklarını aynılaştırmaya çalışarak sağlamayı denediklerinde ailede sorunlar başlar. Geleneksel toplumda, aynılaşmak ve benzeşmek yaşamın devamlılığı için gerekliydi. Hayat çok çeşitli değildi ve esnekliğe pek ihtiyaç yoktu. Çocuklar, anne ve babadan öğrendikleriyle hayatı sürdürüyorlardı. Ancak günümüzde anne ve babaya benzemek, hayatın gerisinde kalmak anlamına geliyor. Çocuklarını kendi kopyası yapmaya çalışan anne ve babalar, sembolik olarak o çocukların biricikliğini yok ediyorlar. Aynılaştırmak, ağır bir şiddet biçimidir. Zorlama, asimilasyon da ağır bir şiddettir aslında.
Aile terapisine dayalı sistem kuramları, aileyi bir sistem olarak ele alır. Çocuğun yaşadığı bir sorun, aslında ailenin genelinde var olan bir soruna işaret eder. Sistemin en zayıf halkası olan çocuk, o ailenin sorunlarını taşıyan ve dışa vuran kişidir. Örneğin, okul çağındaki bir çocuğun altına kaka yapması, o ailede “pislik” olduğuna ve “pis kokular” geldiğine dair bir işaret olabilir. Aynı şekilde, bir toplumda kardeşler arasında problemler varsa, bu sistemin yani toplumun genel bir sorunu olduğunu gösterir. Sistem, sorunlu yanlarını en zayıf üyesinin üzerine atarak kendini bu sorundan arındırmaya çalışır. Modern devletin görevi de zaten toplumdaki en zayıf halkayı korumak ve kollamaktır.
Her çocuk ailede belirli bir pozisyona doğar ve bu pozisyon ömür boyu değişmez: Abla, ağabey, ortanca ya da en küçük gibi. Mesela bir abla ölene kadar abladır. Anne ve babanın da her çocukla birlikte pozisyonu, rolü ve görevleri değişir. Bir çocuk annesi/babası iken, iki çocuk annesi/babası olurlar. İki/üç çocuğu olan anne ve baba aynı kişiler değildir. Bu pozisyonlarla birlikte bazı görevler de gelir. Büyük çocuklar, anne ve babanın yokluğunda onların sorumluluklarını üstlenirken, küçük çocuklar daha basit (getir götür) işleri yapar.
Genellikle ağabey ya da abla olmak, çocukluk döneminin sona ermesi anlamına gelir. Örneğin, 7 yaşındaki bir çocuk, 4 yaşındaki kardeşiyle bir çatışma yaşadığında, anne ve baba büyük çocuğa abla ya da ağabey olduğunu ve kardeşini ağlatmaması gerektiğini hatırlatır. Bu durumda büyük çocuğun da hâlâ bir çocuk olduğunu unutabiliriz. Anne ve babanın görevleri, büyük çocuğa aktarılır. Ailede kimin hangi pozisyonda olacağı, önemli bir sorun haline gelebilir ve kardeşlik ilişkisi bu roller, görevler ve konumlar nedeniyle genellikle eşit bir ilişki değildir.
Erkek egemen toplumlarda ise bu eşitsizlik daha da belirgindir. İkizler arasında bile eşit bir kardeşlik ilişkisi olduğunu sanırız, ancak bu durum tam olarak öyle değildir. İkizlerde bile, kimin abla ya da ağabey olduğu sürekli bir tartışma konusudur. Önce doğan kendini büyük sayarken, sonra doğan da ilk döllenenin kendisi olduğunu iddia edebilir. Etnik ya da dinsel tartışmalarda da kardeşlik söylemi bu bağlamda eşitlik söylemi değildir. Kürt ve Türk, Alevi ve Sünni kardeşliği eşitlikten çok kimin ağabey kimin ‘küçük’ kardeş olduğu üzerine kurulur. Yani hiyerarşiye ve kimin ‘büyük’ olduğuna vurgudur.
Aileye yeni bir çocuğun katılması, büyük çocuk için travmatik olabilir. Ağabey ya da abla, ailenin tüm sevgisini ve ilgisini üzerine almış, gözde çocuk konumuna gelmiştir. Tüm pastayı yemeye, yemeğin en lezzetli kısmını almaya alışkındır. Ancak ikinci çocuk doğduğunda, bu durum değişir ve büyük çocuğun pabucu dama atılır. Yeni doğan çocuk daha çok ilgiye ve annenin bedensel yakınlığına ihtiyaç duyar. Annenin kucağını büyük çocuk terk etmek zorunda kalır. Paylaşmak ve bölüşmek, ikinci çocuk için doğuştan tanıdık bir durumken, büyük çocuk için yabancı bir deneyimdir.
İşte bu noktada kıskançlık ve haset başlar. İslam’daki Yusuf’un öyküsünde olduğu gibi, büyük çocuklar, küçük kardeşi ölüme terk etmeyi düşünürler. “Bu pis, onu hastaneye götürüp bırakalım” gibi istekler dile getirirler. Ancak bu istekler yerine gelmediğinde ve eski düzen yeniden kurulamadığında, büyük çocuklar bazen bebekleşmeye çalışır. Küçük kardeşlerini taklit ederler, bazen ona özenir, bazen de onunla özdeşleşirler. Büyük çocuk, kendi gelişim sürecini bir kenara bırakıp bir gerileme (regresyon) yaşar. Bu durum, içsel bir çelişki ve gerilim anlamına gelir; bir yandan büyümek isterken, diğer yandan bebekleşme isteği de vardır. Annenin ilgisini çekebilmek için çeşitli çabalar gösterir. Bu dönemde çocuklar, küçük kardeşleri gibi anneden meme isteyebilir ya da yeniden altlarına yapabilirler.
Kıskançlık ve haset, etnik grupların ilişkilerinde hem bilinçli hem de bilinçötesinde önemli bir rol oynar. Devlet ise, bu çatışmada anne/baba gibi yetişkin konumunda olması gereken kurumdur; ancak devlet çoğu zaman adaletsiz ve zalim. Öteki’ler kötü üvey evlat gibi görüldüğünde sorun başlıyor… Öteki cami önünde bırakılan çocuk değil de aslında evin o da sahibi.
Bebek bir aileye, ülkeye, kültüre doğuyor. Bebek ülkesini, ailesini, kültürünü kendisi belirlemiyor. Sonra da bu durumla baş etmeyi, birlikte yaşamayı zorunlu olarak öğreniyor. Ailede/toplumlarda hakkaniyet ilişkiyi normalleştirebiliyor. O ailede/ülkede yaşayanlar ne atılabiliyor ne de satılabiliyor. Böyle olunca da… Öteki’lerle zorunlu kardeşlik ilişkisinin gariplikleri yaşanıyor. (Kardeşler arasındaki) kıskançlık, haset düşmanlığa dönüştürülmediği sürece, sağlam ve dayanıklı güvene dayalı ilişkiler kurmak mümkün olabilir. Gelişme dediğimiz şeyin dinamiğinde kıskançlık, özenme, öteki gibi olma var. Birilerine özenerek, birileri gibi olmak isteyerek, kıskanarak gelişiriz. Yani kıskançlık, özenme pozitif de alabilir. Mutlaka yıkıcı olması gerekmez… Kader birliği ve birlikte yürümenin mecburiyeti.
Zorunlu ilişkilerde sevgi gerekli değildir çoğu kez. Komşumuzu, iş arkadaşımızı sevebilirsek iyidir ama her komşuyu sevmek zorunda değiliz ama onunla komşuluk ilişkisini sürdürebilmenin koşullarını yerine getirme sorumluluğumuz var. Adı üzerinde zorunlu ilişki ve adi bir ilişki olmak zorunda değil. Bu, bencil gerekçelerden ötürü gerekli. Negatif ilişki negatif ilişki sahibine derttir. Yani nefret ettiğim komşum uyurken ben negatif duygularımdan ötürü kahrımdan uykusuz kalırım.
Kürtler Türkleri ne de Türkler Kürtleri sevmek durumunda/zorunda. Zaten zorlandığımız hiçbir ilişkide sevgi oluşmaz. Sevgi gönüllü ilişkilere verilen addır. Ama birlikte yaşayanların birbirlerinden nefret etmek gibi sevme şansları da var. Sevgi her ilişkinin olmazsa olmazı değildir. Öteki’ni kabul etmek, eşitlik, adalet, empati… İki insanın/toplumun birlikte yaşaması projesini neden kardeşlik dışında farklı bir ilişki biçimi olarak düşünmeyelim? İki tarafın da ötekiyle “göz hizasında bir ilişki kurma” çabası da bir seçenek yani.
Özgüvenli kişiler, ötekilerle sağlıklı ve adil ilişkiler kurabilirler. Özgüvensiz kişiler ise ötekini kabul etmekte ve takdir etmekte zorlanır, kıskançlık ve korku gösterir. Bu tavır, karşı tarafın da uyumunu zorlaştırır. Özgüven eksikliği olan kişiler, ötekini sürekli değersizleştirerek kendilerini değerli kılmaya çalışır. Oysa kişi kendinden emin olduğunda, başkalarını takdir etmekte zorlanmaz. Kürtlerin dağ insanı olduğunu, feodal olduklarını ve düzgün bir dillerinin bile olmadığını söyleyen masalları hatırlayalım. Bu tür söylemler, Kürtleri değersizleştirmek için söylense de Sünni Türk kimliğindeki özgüvensizliklerin Kürt-Türk ilişkisine nasıl yansıdığını gösterir.
Bağımlılık öfkelendirir. Birine muhtaç olmak, insanı rahatsız edebilir. Ancak birlikte yaşamak zorunda olanların (kardeşlerin) birbirlerine bağımlılığı bir şans da olabilir. Bunun önkoşulu ise her iki tarafın da kendi yetersizliklerini kabul etmesi, mükemmel olmadıklarını fark etmesi ve bu bağımlılığı gerekli görmesidir. Kişi, kendi eksikliklerini fark ederken karşı tarafı da takdir edebildiğinde, bu bağımlılık, birlikte ilerlemenin yolunu açabilir. Bu durum Kürtler ve Türkler için de geçerli olabilir. Bunun gerçekleşmesinin bir yolu da bu ilişkinin masalsı ve tamamen militarist dayanışmacı bir bakış açısıyla değil, daha gerçekçi bir zeminde ele alınmasıdır. Açık konuşmak gerekirse, Çanakkale Savaşı Kardeşliği’nde de böyle bir boyut bulunur. Silah arkadaşlığı söyleminin, eşit ve göz hizasında bir arkadaşlığa dönüştürülmesi üzerine düşünmek gerekiyor.
Günümüzde kardeşlik ilişkilerini sorunlu hale getiren unsurlardan biri, bu ilişkilerin belirli görev ve rollere indirgenmesidir. Anne ve babalar, büyük çocuklarına kendi sorumluluklarını yüklediklerinde, çocuklar arasında özgün bir kardeşlik ilişkisi geliştirmek yerine, hiyerarşik ve asimetrik bir ilişki oluşur. Bu roller sona erdiğinde ise kardeşlik bağı da zayıflar. Örneğin, küçük kardeşlerine bakıcılık yapmayı ablalık veya ağabeylik olarak gören bir kişi, kardeşi bağımsızlaştığında, bu işlevin sona ermesiyle birlikte ilişkileri de sona erebilir. Eğer aralarında derin bir bağ kurulmamışsa, bu durum kardeşliklerin bitmesine yol açabilir. Ayrıca, minnet ve borçluluk duyguları ilişkilerin üzerine gölge düşürebilir ve bu durum, ilişkilerin düşmanca bir hale gelmesine neden olabilir. Psikanalist Hans Sohni, büyük kardeşlerin anne-baba rolünü üstlenerek olumlu bir işlev de görebileceğini, anne-baba ile küçük çocuk arasında aracılık yaparak aradaki mesafeyi kapatabileceklerini ifade eder.
Kardeşlik söylemi çoğu kez erkeklerin kardeşliği çağrışımı yapar ve kadınları sanki es geçer. Psikanalist Anita Dietrich-Neunkirchner, “bacı boşluğu”ndan söz eder. Sigmund Freud’un yedi kardeşi vardır ve bunların beşi kız kardeştir. Ancak Freud’un eserlerinde ‘baba’ 300 kez, ‘anne’ 200 kez, ‘kardeş’ler 50 kez geçer; ‘erkek kardeş’ler 49 kez, ‘kız kardeş’ler ise sadece 13 kez yer alır. Yani psikanalizde bile bir “bacı boşluğu” var… Sosyal bilimlerdeki araştırmalar, kız kardeşi olanların daha iyi ve mutlu kardeşlik ilişkileri kurduğunu ortaya koyuyor. Bunun nedeni olarak da kadınların ilişkilerde daha özenli ve emek verici oldukları belirtiliyor. Kürtler ve Türkler arasındaki ilişkilerde de sanki bir “bacı/kadın/dişi boşluğu” var. Belki de Kürtlere Türk, Türklere de Kürt bacı/abla lazım! Kürt-Türk kardeşliğinin zorluklarından biri de burada yatıyor. Çatışma çok erkeksi, düşmanca ve kavgacı bir zeminde gerçekleşiyor. Erkeklik, kadınsı bir tutumu “zaaf” ya da “zayıflık” olarak algıladığından işler daha da zorlaşıyor.
“Kürtler kardeşimiz” söyleminde, Türkler bir ağabey pozisyonundan konuşuyorlar. Ancak bu ağabeylik, Kürtlere sorulmadan, onların onayı alınmadan Türkler tarafından kendilerine atfedilen bir pozisyon. Bu “doğal ağabeylik” durumu bir sorun haline gelebiliyor. Jürgen Martschukat Fitness Çağı‘nda Bağımsızlık Savaşı sonrası Amerikalıların İngilizlerden ayrılığı ve bağımsız devlet olmayı ‘ergenlikten çıkıp tam erkek olma’ olarak tanımladıklarını yazar. Yurttaşlık sadece beyaz erkeğe tanınan haktır. Ve bu hakkı elde edenler bağımsızlaşırken kendi ‘azınlıklarını/siyahlarını’ yurttaşlık dışında tutarlar ve eşitliklerine engel olurlar.
Çoğumuz toplumu büyük aile gibi kurgularız. Ailenin babası/otorite kurallar koyan ve uygulayandır. Babanın adil ve herkese eşit mesafede olduğu teorik olarak doğru. Devlet baba bazı çocuklarını çok seviyor. Modern ırkçılık işte bu sevgi üzerinden, pozitif ayrımcılık üzerinden yapılıyor. Sorunlara çözüm olan sevgi bazı durumlarda sorunun nedeni olabiliyor. Almanya’da okuldaki bir öğretmen ‘yabancılar dışarı’ ya da ‘pis Türkler’ diye bağırmıyor. Sınıfta Alman öğrencileri daha çok sevdiğini tutumuyla, adaletsizliğiyle sergileyerek ırkçılığını, faşistliğini gösteriyor. Devlet babanın da Türkiye’de ‘öz çocuklarını’ sevmesi, bu sevgiyi teşhir etmesi ciddi sorun oluyor… Aile içinde baba bazı çocuklarına yakın davranarak ve bu çok sevdiği çocuklarıyla koalisyonlar yaparak sorun yaratıyor. Ailede annenin yokluğu kocaman bir boşluk…Bu kültürde anne figürü yok. Muhammed, Atatürk, başbuğ, reis… Yüceltilen baba figürleri… Ananın eksikliği. Bu ülke, bu kültür öksüz ve temel sorunlardan biri de bu galiba. (Devlet) babanın merhametsizliğine, adaletsizliğine anacan itirazın olmaması… Adaletsiz ve acımasız babanın çocukları olmaya, kirlenmiş bir toplumsal ortamda yaşamaya öz çocukların da (Türklerin) ciddi itirazı yok…