Milli kriz derinleşiyor…
Gazetede daha önce de yazmıştım. Ülkede yaşanan bir milli kriz bu.
Yapısallaşan ekonomik/finansal krizden başlayan, sosyal, siyasal, ekolojik krizle birleşerek süren bir milli kriz bu!
Sermaye sınıfı, askeri/bürokratik kesimler, devlet/hükümet eksenli siyaset erbabı bir yana, işçiler, emekçiler, işsiz kent yoksulları, yoksul köylülük başta olmak üzere olmak üzere, toplumu saran sürekli bir milli kriz hali bu.
Milli kriz ‘düşük faiz, yüksek kur’ politikasının yarattığı ekonomik/finansal kriz biçiminde sürüyor.
Çünkü liranın değerini düşürme üzerinden ihracatı ve turizm gelirlerini artırma tasarlanıyor. Bunun da zincirleme olarak istihdamı arttıracağı, işsizliği ve enflasyonu düşüreceği, iç talebi canlandıracağı biçiminde işleyen ‘nevi şahsına münhasır’ bir düşünce, bir akıl var.
Bu arada bir ya da birkaç sektörle sınırlı olmayan milli kriz denebilir ki bütün sektörlere yansıyor ve artan ölçüde derinleşiyor.
Milli kriz siyaset alanına da sirayet etme eğilimi gösteriyor.
Yönetenler yönetemiyor.
Yönetilenler henüz ekonomik sorunlardan kaynaklı olarak memnuniyetsiz ve memnuniyetsizlikleri artıyor.
Ne oldu ki ülke bu noktaya sürüklendi?
Kamu malları ve benzeri yeraltı ve yerüstü zenginlik kaynakları, yağmalanırcasına, ismi belli 5-6 büyük şirkete toplumsal çıkarlar gözetilmeksizin koşulsuz sunuldu.
Köprüler, metrolar, yollar, barajlar, santraller vb. tamamen Amerikan doları ve Avrupa eurosu üzerinden Hazine garantili anlaşmalarla yapılırken, o ülkelerin muhtemel enflasyon oranı gözetilerek bu anlaşmalar düzenlendi.
Hatırlayalım; 2001 ekonomik/finansal krizinde Türkiye’ye gelen IMF heyeti yurtiçi borçlanmada Amerikan doları ve Avrupa eurosu kullanılmasını uzun erimde kendi çıkarlarına dahi uygun bulmamış olacak ki istememiş, hatta yasaklamıştı.
Yasağın gerekçesi manidardı: ‘Kendi ülkenizde yabancı ülkelerin parasıyla borçlanmayın, kendi vatandaşlarınızdan kendi paranızla borçlanın, liranın itibarını artırın’ demişti.
Bu ne haddini bilmezlik değil mi?
İşte bu hadsiz IMF planını bertaraf etmek için Türkiye, Berat Albayrak‘ın Maliye Bakanı olmasını beklemişti. Albayrak bir çırpıda Türk Lirası ile borçlanma yerine, Amerikan doları ve Avrupa eurosu ile borçlanmaya dönüşü getirerek IMF’ye haddini bildirmişti…
1 Ekim 2021 itibarıyla dış borçlar
Türkiye’nin brüt dış borcu 446,4 milyar dolar.
Dış borcun 179,8 milyar doları kamu sektörü, 239,6 milyar doları özel sektör borcu.
Bir yıl içinde ödenmesi gereken kısa vadeli borç: 124,4 milyar dolar.
Bu borcun 25,6 milyar doları kamu sektörü, 73,3 milyar doları özel sektör borcu.
Dolar, euro vb. yabancı paralar karşısında Türk Lirası değer kaybettikçe, dış borçlar durduğu yerde katlandı.
Yabancı para karşısında ucuz bir ülke olurken…
Türkiye kendi parası karşısında pahalı bir ülke oldu.
Fiyatlar arttı, hayat pahalılaştı, ücretler düştü.
Zengin daha bir zenginleşirken, halk yoksullaştı.
Dar tanımlı işsizlik oranı yüzde 12, geniş tanımlı işsizlik oranı yüzde 22 olurken, işsizlik 8,4 milyon oldu.
Açlık sınırı 2,977 bin Türk Lirası’nda kalırken, asgari ücret açlık sınırının da altında 2,825 bin Türk Lirası olarak kaldı.
10 milyon insanın asgari ücretle yaşamaya çalıştığını, dolayısıyla açlık sınırının dahi altında yaşadığını eklemek gerekiyor.
41 yıllık ekonomik modelin en kısa ifadesi, dövize ve ithalata bağımlılık, betonlaşma, döviz üzerinden borçlanma, sanayisizlik, tarımın tasfiyesi, ülkede maddi değer karşılığı olan ne varsa satma, yandaş bir rantiyeci grup, rant ve savaş ekonomisidir.
Buna neoliberal ekonomik birikim modeli deniyor, ne birikmişse ve kim biriktirmişse artık…
Serbest piyasa sömürüsü ile yüzleşmek
Türkiye’nin bugünlerini anlamak için 24 Ocak 1980’de kabul edilen, ancak 12 Eylül darbesi sayesinde uygulanabilen neoliberal ekonomik kararlardan başlayarak 41 yıllık serbest piyasa sömürüsü ile yüzleşmek ve bu dönemin muhasebesini yapmak gerekiyor.
Emperyalist finans şirketlerine ve tekellere, ülkeye serbest giriş vizesi getiren kararlarla yüzleşmek gerekiyor.
Ülkeye döviz kazancının zerresini getirmeyen şirketlere, dövizle borçlanma yetkisi tanıyarak emperyalizme bağımlı işbirlikçi “yerli” sermayenin önünü açan kararlarla yüzleşmek gerekiyor.
Neo liberal Yap-İşlet-Devret modeli ile yüzleşmek gerekiyor.
‘Devret’in, yani devralmanın pek olmadığı, emperyalizme bağımlılığın katlandığı bir ülke oldu Türkiye çünkü.
Türkiye, gerçekten dolar, euro vb. yabancı para bağımlısı bir ülke oldu.
Yabancı para bağımlılığı dış borcun artmasına yol açtı.
Dış borç arttıkça, özelleştirme kisvesi ardında değer namına ülkede ne var ne yoksa, fabrika, tank paleti, arazi, su ve türlü yeraltı ve yer üstü zenginlik kaynakları satıldı.
Merkez Bankası’nda bulunan 128 milyar dolar kamuoyunun gözü önünde satıldı.
Giderek dışarıya borçlanmanın ve ‘borcu borçla ödeme’nin türlü yolları ortaya çıktı.
Kapı kapı dolaşarak swap yapacak ülke aranıyor.
Ödemeler dengesi açığı denebilir ki kapatılamaz düzeye çıktı
Dövize ihtiyaç karşılanamayacak düzeyde büyüdü çünkü.
Kokain ticaretinin dünya ölçeğinde merkezi oluyor Türkiye. Merkezinde siyasetin olduğu o kadar açık ki… Döviz ihtiyacını karşılamak için her yol mubah oldu…
Kısacası ekonomi dibe vuruyor ve bir iflas süreci yaşanıyor…
Bu aynı zaman 41 yıllık neoliberal serbest piyasa sömürü düzeninin tüm baskı ve “kirli” yönlendirme politikalarına karşın, uygulanabilir olmaktan çıkması, iflası anlamına geliyor.
Alternatif çözüme gelince…
Alternatif çözüm, içselleşmiş emperyalist neoliberal soygun ve talan düzenine son verilmesi, sürdürülebilir eko- endüstriyel tarıma ve eko-sanayi düzene geçmekte yatıyor.
Toplumsal yaşam ve ülkenin geleceği açısından stratejik önemdeki tarım ve sanayi alanlarında ortakçı üretimin inşasını ve toplumsallığının vazgeçilmezliğini akılda tutmak gerekiyor.
Güncel siyasal koşullar, toplumsal eğilimler, kuvvet ilişkileri göz önüne alındığında bu yönlü bir çözüm önerisinin gerçekçi olmadığı düşünülebilir.
Ancak imkânsız olmadığı da bir gerçek.
Haksız hukuksuz bir tahakküme, azgın bir ‘soygun ve talan düzenine’ karşı eşitlik, özgürlük ve demokrasi mücadelesi çoğu kez imkânsız gibi görünmekle birlikte, ‘imkansızı istemenin gerçekçi olduğuna’ tarihi süreç yeterli bir kanıt değil mi?