Rejim bu işin neresinde?
İnsan zamandan ve mekandan bağımsız olarak var olamaz. Eylemleri de öyle. Öteki türlüsü tanrıya mahsus.
Varlığımız ve yaptıklarımız, başka şeyler ve diğer öznelerin eylemleriyle karşılaşır, ister istemez etkileşime girer. Ayrıca geçmişin sinsi leş kokusu her yere sızar. Bütün bunların bir araya geldiği hâl ise sadece anlık bir durumu tasvir eder.
Körleşme
Bu kulak tırmalayan girişte anlatılanları çoğunuzun başka biçimlerde de olsa bildiğini sanıyorum. Savaşın bizi sürüklediği körleşmeyi tartışmadan önce benimkisi kısa bir hatırlatmaydı.
Derdimiz olanlarla ilgili “suçlu” aramak olmamalı. Bütün bu kanlı varoluş halinden nasıl kurtuluruz; herkesin/bütün dünyanın yokluktan uzak, sömürüsüz, özgür-eşit-adil bir tarzda, sevinçle bir arada yaşayabileceği yeryüzünü nasıl yaratırız sorusuna yanıt aramak önceliğimiz olmalı. Ancak Savaş’ın yarattığı “körleşme”nin üzerinden atlayarak bunu başarmak mümkün değil.
İçinde bulunduğumuz post-modern karakterli 3. Dünya Savaşı’nın seyri üzerine çokça yazıldı, ancak harbin Orta Doğu cephesinde olanların biraz daha somut tarifine ihtiyaç var.
Azıcık keyfi davranıp resmetmeye 2. Dünya Savaşı sonrasından başlarsak bölgedeki güç dizilişi (egemen ilişkiler anlamında) kısaca şöyle tarif edilebilir: NATO-TC-İsrail-Müslüman Kardeşler (Hamas, El Kaide, DAİŞ ve türevleri)- 1979’a kadar İran, bölgedeki Arap ülkeleri arada gel-git yaşadılarsa da çoğu (gel-git yaşamaya örnek Saddam’ın Irak’ı verilebilir. İran-Irak savaşında Saddam, ABD ve İsrail’in en yakın müttefikleri arasındaydı ve bu güçler tarafından askeri ve politik olarak destekleniyordu. Şimdi Irak adeta Araf’ta) Batılı emperyalist ülkelerin müttefikleri arasında yer aldılar, alıyorlar. Yukarıdaki zincirde sıraladığım güç ilişkilerini zorlayacak henüz ciddi bir şey yapmadılar. Fakat örneğin Müslüman Kardeşler’in durumunun Mısır’da yaşadıkları yenilgi sonrası kimi ülkelerdeki egemen güçler için artık sabit olduğundan söz edilemez. Süreç içinde Hamas’ın pozisyonu da görece değişti.
Sovyetler Birliği varken Suriye, Libya, Yemen ve Filistin üzerinde Moskova’nın nüfuzunun ağırlığı görülüyordu. Yukarıda sıraladığım egemen güç ilişkilerini tasvir eden zincirde kuşkusuz eksikler vardır. Özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası zaman içinde bu ilişkilerde göreli değişiklikler oldu. Şimdilerde Rusya, Çin ve İran’ın Orta Doğu’da artan etkinliği Sovyetler Birliği’nin yarattığı boşluğu dolduruyor, ancak tabii ki aynı şekil ve kapsamda değil. Bunun nedeni bu ülkelerin emperyalist-kapitalist karakterde oluşu ve artık buna uygun politika üretmeleri. Çin özellikle Körfez ülkelerini İran’la yakınlaşmaya zorlayarak bölgede inisiyatif alanını geliştiriyor. Filistinli gruplar da Pekin’de bir araya gelip ortaklaşarak Çin’in nüfuz alanına dahil oldular.
İsrail’in/Savaş’ın sergilediği şiddet, ekranlardan gözümüze yansırken zihnimize adeta bir yumruk vurulmuş etkisi gösteriyor, aklımızı düğümlüyor. Körleşiyoruz, siniyoruz. En akıllılarımız olmayan uluslararası kurumları, buhar olmuş değerleri imdada çağırıyor. Uyanıklarımız ise olanlardan nasıl kurtuluruz, Barış’a nasıl ulaşırız gibi soruların peşinden koşmak yerine ‘hangi tarafta yer alırsak bu işten sağlam çıkarız’ın sürüngenliğiyle kanlı bir çamurun içinde debeleniyor. Nitekim o günlerde Hamas’ın 7 Ekim saldırısına hayranlık sergileyenler hızını alamamış, coşkuyla Musevileri İstanbul’da artık yaşatmamak gerektiği çağrısı yapmaya kadar işi vardırmıştı. Ancak bu kafalar şimdi de İsrail’in “akıl dolu” saldırılarını alkışlıyor, bir kısmı çaktırmasa da sevinçten yürekleri pır pır ediyor. Devletin tohuma kaçmış arzuhalcileri ise şikayetçi, niye böyle olduğunu anlayamıyorlar.
Sorular
Belki her şey bize anlatıldığı gibidir, örneğin İsrail gelen saldırıyı görmüştür ama önem vermemiştir vb. Ancak müsadenizle ben yine de aklıma takılan bazı soruları sizinle paylaşayım. Belki sizin muhayyilenizden de benzerleri geçiyordur.
1- Bundan bir yıl kadar önce (20.09 2023) malum Türkevi’nde (Açılışı Erdoğan’ın gelişine yetişsin diye New York Belediye Başkanı Eric Adams’a rüşvet verilen bina) Erdoğan’la bir araya gelip gülücükler dağıtan Netanyahu kısa bir süre önce (14.09.2023) Mersin’den yola çıkıp Gazze’ye giden bir gemide inşaat malzemeleri arasında yakalanan 16 ton patlayıcının “ne iş” olduğunu neden muhatabına sormadı?
Yoksa her iki ülkenin istihbaratı da olaydan haberdardı ancak araya bazı densiz İsrailli görevliler mi girmişti? Türkiye’den DAİŞ’e ve El Kaide uzantılarına MİT tırlarıyla gönderilen silahları ve bu tırların “yanlışlıkla” durdurulmalarını (1 Ocak 2014’te Hatay’ın Kırıkhan ilçesi ve 19 Ocak 2014’te Adana’nın Ceyhan ilçesinde) hatırlayın. İnternet aramalarından bu haberleri kaldırtarak, sansürleyerek gerçeği unutturamazsınız.
2- 7 Ekim saldırısı sonrası Netanhayu yönetimi ‘Hamas İran’dan aldığı talimat ve destekle saldırı başlattı’ derken, İsrail Cumhurbaşkanı Herzog “sebepsiz kanlı bir saldırı” başlatıldığını “Hamas ile müttefiki ve destekçisi İran’ı koşulsuz kınama”çağrısı yapıyordu. İsrail bu iddiaları ortaya atarken hiç bir biçimde İsrail’in açıklamalarına mesafe koymayan Anadolu Ajansı haberi büyüterek veriyordu.
Hamas yetkilileri de kaynak gösterilerek/kaynak olduğu iddia edilerek dünyadaki egemen basında Hamas’a bu saldırıda yardımcı güçler diye neden İran ve Hizbullah’a işaret edildi, sadece onlar hedef tahtasına oturtuldu? Yanıtı basit aslında, ABD-İsrail öyle istediği için. Ancak neden böyle istediği sorusu ayrı önemde.
Hamas ile irtibatını hiç eksik etmeyen, önde gelen kişilerine barınma hakkı tanıyan Katar ve TC niye görmezden gelindi? Hatta yakın zamanda (25 Eylül 2024) ABD, Katar’ı ödüllendirerek vize serbestisi tanıdı. Katar Arap ülkeleri arasında Amerika’nın vizeden muaf tuttuğu ilk ve tek ülke. Bu neyin karşılığı oldu?
3- Tahran’da Hamas’ın Siyasi Büro Şefi İsmail Haniye’nin katledilmesi sonrası Haniye’nin oğulları İran’daki politik makamları değil de neden Erdoğan’ı ziyaret etmeyi tercih etti?
4- Erdoğan açıktan Hamas’a sahip çıkarken Hamas’ı “terörist” diye mahkum eden sabık NATO Genel Sekreteri Stoltenberg bunu neden “Türkiye ile aramızdaki önemsiz bir ayrıntı” diye niteledi? Halbuki o sıralarda başta ABD ve AB ülkeleri olmak üzere dünyanın bir çok coğrafyasında Filistin ve Barış lehine gösteri yapanlar yerlerde sürükleniyor, devlet terörüne maruz kalıyor, çeşitli yasal haklarını kaybediyorlardı.
5- Türk sermayedarları, rejimin desteği ve gayretiyle gözlerinin önünde yapılan katliamlara rağmen İsrail’e silah parçaları ve silah yapımı için kullanılan çelik dahil ihracata ve Azerbaycan’dan gelen petrolün İsrail’e ulaşmasına aralıksız neden devam ediyorlar? Tek sebebin para olduğunu sanmam. Erdoğan ise “İsrail’e karşı ekonomik tedbir uygulayan yegane devlet biziz” yalanlarını ısrarla tekrarlamayı sürdürüyor.
Elbette bunlara başka sorular da eklenebilir. Ancak yukarıdaki soruların tutarlı-doğru bir yanıtını politik düzeyde vermeden özellikle Türkiye’de hüküm süren rejimin bozguna uğratılması; soykırıma tabii tutulan Filistin ve Lübnan halklarıyla dayanışmada bulunulması mümkün değildir. İlaveten Savaş’ın bizleri mahkum etmeye çalıştığı pasifleşme-faşistleşme sarmalından çıkmanın da olasılığı yoktur.
Nitekim geçen hafta sonu 60 ilde düzenlenen Filistin’e destek gösterilerinde rejim bütün iki yüzlü-kanlı politikalarına rağmen alkışlandı. Faşistleştirme politikaları ilerletildi. Özellikle Amed’de Hizbul-kontra önderliğinde düzenlenen miting ve atılan yalan dolu sloganlar faşistleştirmenin buralarda da karşılık bulduğunu gösteriyor.
Ancak tabii Barış yerine Savaş’ta her gün doğanın ve insanlığın bir kere daha katledildiğini unutup olanları Hayber Kalesi Cengi’ni dinlemenin keyfiyle karşılayanlara anlatacak bir şey yok.
Bazı arızalar
Hafıza insanları için için çürütmeye devam ediyor. Kötülüğün de bir hafızası var. Örneğin onlar Çaldıran Muharebesi (1514) öncesi “cephe gerisinin güvenliği için” 40 bin Alevi’yi fetvalar eşliğinde kılıçtan geçirdiklerini unutmuyorlar.
Ermeni Soykırımı, Sivas katliamı, Dağlık Karabağ’a Rojava’ya, Güney Kürdistan’a dönük yapılan işgal saldırıları, katliamlar ve daha niceleri için “az bile yaptık…” diyenler; Kürtlerin soykırımı için her gün çağrı yapanların, göçmenlere karşı her fırsatta pogroma soyunanların; İsrail, Lübnan’a, Suriye’ye ve İran’a saldırınca alkışlamaları, baklavalar eşliğinde kutlamaları normal. Çünkü onlar insanlığın düşmanı. İsrail’de hüküm süren rejimle birlikte her gün yeni katliamlara imza atıyorlar. Normal olmayan bu faşist zihniyetin yaptıklarının görmezden gelinmesi, sessiz kalınması, erkek egemen- Türk-Sünni şovenizminin yalanları eşliğinde perdelenmesi, kollarına girilmesi. Politik faillerin en nihayetinde hasım birer siyasetçi olduğunun unutulup adeta azizleştirilerek kutsanması.
Ancak bu kutsallaştırmaların izahı zor sorularla karşılaşması kaçınılmaz. Mesela DAİŞ’in Şengal’deki Êzîdî Soykırımı sırasında 11 yaşında çocukken kaçırılan Fawzia Amin Sido’nun, TC-Mısır üzerinden taşınarak (2020’den bu yana) kayıtsız şartsız desteklediğiniz siyasal zihniyetin kölesi olarak Gazze’de nasıl tutulduğunu açıklayabilir misiniz demeyeceğim. Bence buna teşebbüs etmek bile işinize gelmez.
Kirlenmeden politika yapılmaz gibi bahane tekerlemeleri uydurmanın alemi yok. Şovenizmin şu ya da bu çeşidini yücelttiğiniz zaman da evet politika yapmış olursunuz ancak ezilenlerinkini değil!
Yaptıklarımız…
Eğer dünyayı değiştirmek istiyorsak yaptığımız işlerin bir ayırt ediciliği olmak zorunda. Hedefsiz-plansız eylemler nihayetinde başka siyasal akımların gölgesinde kalmayla sonuçlanır. Mesela sizin de ortak olduğunuz topluluklarda dinsel sloganlar hakim kılınıp haykırılırken bu durum sizi sıradan bir kuru kalabalığa dönüştürür.
Daha ötesi çeşitli renklerde şovenist kesimlerin parçası olarak, onlara benzeyerek “yeni bir dünya” yaratılamaz. Geniş kitleler açısından ne inandırıcı olunabilir ne de ciddi politik bir kazanç elde edilebilir.
Yiğitliğe, direnişe övgünün ise İsrail’in attığı tonlarca bomba karşısında yeterince koruyucu olabileceğini ise sanırım kimse iddia edemez.
Ortak-birlikte yaşam/Demokratik Konfederalizm bölgede bir arada barış içinde yaşamayı önüne koyan etkili olabilecek yegane fikirdir. Ancak yeterince siyaset yapan kurumlar tarafından güçlü savunması ve propagandası yapılmamakta. Orta Doğu’da etkili olan çeşitli renklerdeki kana susamış sağcılığın henüz önüne geçememektedir.
Her şeye rağmen çıkış yolunun dünya çapında bir barış cephesi örmek için ayağa kalkmak olduğunun tekrar tekrar altını çizmek boynumuzun borcudur. Yeni bir dünyanın güzergahı kaçınılmaz olarak savaşı durdurmaktan geçiyor…