Şapa oturdular, masaya da oturacaklardır
Özgür Özel ile Tayyip Erdoğan birbirlerini ziyarete devam ediyorlar.
Bu arada Erdoğan ile Abdullah Gül’ün de görüşmeye başladığı kesinleşti.
Erdoğan “yumuşama” hakkında hayret uyandırıcı güzellemeleri artırdı. Üstelik Özgür Özel Bahçeli’nin AKP-CHP ittifakından söz etmesine, “bize suç ortağını mı yamalıyorsun” benzeri bir çıkış yaptıktan sonra, “suçlu” olarak nitelenen AKP’nin başı bu iddiaya “üzüldüğünü” söylemekle yetindi.
Şu anda bu olup bitene MHP ve CHP içindeki devletle iltisaklı “ulusalcılar” karşı çıkıyor.
Bu kısa özet bize ne gösteriyor?
Kimileri yerel seçimlerden yenilerek çıkan Erdoğan’ın iktidardan düşmemek için “geçici” bir manevra yaptığından söz etmekte.
Kimileri ise Özgür Özel’in gelecek seçimi kazanmak için AKP tabanını yanına çekme manevrası yorumunu yapıyor.
Bu kimseler, olup bitenleri ya Erdoğan’ın ya da Özel’in marifeti sanıyor.
İzninizle bu kimilerine katılmadığımı söylemek isterim.
Birkaç ay önce savaş halindeki bu iki parti, ansızın ve kendi tabanlarını hazırlama gereği bile duymadan “yumuşama ya da normalleşme” sürecini başlattı diyenler, Türk siyasi yapısından bence pek fazla bilgi sahibi değiller.
31 Mart seçimlerinin sonucunu bekleyen ve bu sonucu aşağı yukarı hepimizden daha iyi tahmin eden devlet, “yumuşama ve normalleşme” hazırlığını çoktan yapmış olmalıdır. Yapmamış, aniden ve panik halinde böyle bir karara vardığını benim külahıma anlatsınlar. Onlar soğukkanlıdır. Çekmecelerinde her somut duruma ve her ihtimale karşı kesinlikle stratejik ve taktik planları vardır. Bunu söylerken, Türkiye’deki bütün sosyal ve politik gelişmeleri bu devlet yönetiyor demiyorum. Bunu yapamaz. Hiçbir devlet yapamaz. Ama Türk devleti sistem içi siyasi partileri bal gibi yönlendirir. Bu partlilerin içinde devletin uzantıları vardır. Erdoğan’a ve Özel’e “devlete rağmen bildiğinizi okur musunuz?” diye sorun, birisi ‘haşa’ diğeri ‘asla’ diyecektir. Türk devleti ne demektir? Birincisi egemen sınıf adına işleyen bir baskı cihazıdır. Yani ordudur, polistir, MİT’dir, yargıdır, hapishanelerdir. Bunlara diyanet, eğitim kurumları, özellikle akademi ve medya eşlik eder. Sadece bunlardan ibaret devlete “mutlak faşist devlet” denir. Devlet böyle değilse, bu devletin diğer önemli bileşeni sistem içi partilerdir.
Buradan devletin mutlak biçimde monolitik olduğu sonucu çıkmaz. Dedik ki bu devlet egemen sınıfın devletidir. Ama bu egemen sınıf kapitalist sınıftır ve kapitalist sınıf rekabet halindeki unsurlardan oluşur. Türkiye somutunda bu kapitalist sınıf saflarında çelişkiler keskindir. Erdoğan rejiminde Batıyla bütünleşmiş kapitalistler, iktidar yanlısı mafyatik ve müteahhit sermayeyle kavgalıdır. Bunların her biri devlet içinde temsil edilir. Türkiye küresel kapitalizmin organik bir parçasıdır. Şematik olarak söylersek Rus-Çin kapitalizmiyle ABD-AB kapitalizmi arasındaki çelişkiler de bu devletin içine yansır.
Bu her zaman böyledir. Ama bazı zamanlarda bu durum devlet için “beka” meselesi halini alır. Şimdi olduğu gibi. Türkiye çöküş tehlikesi yaratan bir ekonomik kriz içindedir. Aynı zamanda bu kriz üçüncü emperyalist paylaşım savaşı koşullarında derinleşmiştir. Türkiye şimdiki siyasi ortamda ne krizi aşabilir ne de paylaşımdan pay almak için yürüttüğü savaşı devam ettirebilir. Krizi aşacak ve paylaşım savaşını devam ettirecek siyasi iktidar krize girmiştir. Yani “beka” meselesi var.
Bu durumda siz devlet olsanız ne yaparsınız?
Ben kendimi devlet yerine koyup düşündüm: Ben olsam bu işi tabanlarının etkisi altında olan siyasi partilerin yönetimine bırakmazdım. Devletin gizli mekanlarında benim temsil ettiğim kapitalist sınıf zümresinin rakibi olan kesimlerle hemen masaya otururdum. Aynı zamanda tarafını tuttuğum küresel tekellerin ve devletlerin karşısında konuşlanan kesimlerle de derhal diyalog kurardım. Derdim ki, ‘durum vahim, bizler birer bürokratız, kimimiz birilerini, kimimiz diğerlerini uzun zamandır tuttuk. Şimdi deniz bitti. Karaya oturduk. Gelin yumuşayalım, normalleşelim.’ Şunu da bilirdim: Devletin içinde böyle bir yumuşama ya da normalleşme durumunda başı, mesela Sinan Ateş davasında ve mafyayla irtibat ve iltisakta olanlar bana itiraz edecektir. Onlar için devletin “beka sorunu” önemsizdir, kendilerinin “beka sorunu” önemlidir. Bu durumda ne yapardım? Onların olmadığı bir yerde öteki rakiplerimle gizlice görüşürdüm. “Bunlardan kurtulalım, ya da onları da kararlarımıza uyduralım, kendi aramızda anlaşalım” derdim. “Yumuşama ve normalleşme” sürecini siyasi hayattan önce, devletin içinde başlatırdım. Sonra Erdoğan’ı ve Özeli çağırır, “yumuşayın ve normalleşin” derdim.
Neden böyle yapardım? Çünkü savaşta yenilmişim, ekonomim batmış. ABD’yle papaz olmuşum. Bu ABD istediği anda beni mahvedebilir. Her şeyim ona ve müttefiklerine bağlı. Ona adım adım yanaşmışım. Ben devlet olsam, hemen ABD ve AB gizli servisleriyle istişare ederdim. Onlar bana “biz ne tek başına AKP’ye güveniriz, ne de tek başına CHP’ye, eğer siz devlet olarak bunları birbirlerine karşı yumuşatır ve normalleştirirseniz, size sıcak para da gelir, F 16 da gelir” dediklerinde “Okey” derdim.
İşte devlet içindeki rakip fraksiyonlar Özel ve Erdoğan’dan çok daha önce “yumuşadılar ve normalleştiler”, bu ikisi de “sistem” yani “devlet” partileri olduğu için buna ayak uydurdular. Bir günde yumuşamanın olması “emir yüksek yerden” gelmiştir diye düşünmemizin temel gerekçesi: Emir demiri keser.
O halde soralım: Bahçeli neye dayanarak direniyor? Bu adam ne kapitalizmin çelişen rakiplerinden birinin temsilcisidir, ne de küresel rakiplerden birinin devlet içindeki uzantısıdır. Vaktiyle NATO’nun Gladyosunun bir aygıtıydı. Şimdi bir çetedir ve Erdoğan’ın zayıflığından yararlanarak devletin içindeki polislerin, jandarmaların ve mafyatik unsurların arasında kendine önemli bir yer edinmiştir. O nedenle “başınıza iş açarım, Çatlıların zamanındaki gibi işler yaparım” diyerek, yumuşama ve normalleşme sürecinde tasfiye olmaktan kurtulmaya çalışıyor.
Özetle Türk devletinin krizden çıkış ve bölgede hegemonya stratejisi ile ABD’nin Türkiye’yi yeniden Ortadoğu’da NATO’nun vurucu gücü yapma stratejisi birbiriyle örtüşüyor. Siyasi olarak bu stratejileri hayata geçirmek için siyasette yumuşama ve AKP-CHP ittifakı şart olarak gözüküyor.
Durum böyleden böyle.
Devletin bu stratejisi “herkesle uzlaşmak, Kürt halkıyla savaşmak” stratejisidir. Ancak bu stratejiyi hayata geçirmek kolay değildir. Önümüzde zaman vardır. Olaylar devletin zoru görünce dün savaştığıyla bugün barıştığını göstermiştir. Önümüzdeki zamanı iyi kullanmalıyız. Onlar birbiriyle yumuşasa da biz yumuşamak şöyle dursun direnişimizi kat be kat sertleştirmeliyiz. Gerillaya bakarak ondan ilham almalıyız. Aralarında muazzam çelişkiler olan bu sistem zoru görünce uzlaştığına göre, zayıftır. Onu direne direne masaya, bizim delegasyonumuzun başında Önder Apo olmak üzere, oturtmamız mümkündür.
Hele bir masaya otursun, yaptığı strateji de o anda çökecektir; ekonomik krizi emekçinin sırtına yükleyemeyecek ve üçüncü emperyalist savaştan pay almak için ülkeyi daha belalı savaşlara sürükleyemeyecektir.
Muhtemel bir AKP-CHP koalisyonu “seferberlik” ilan etmeden, demokratik güçler seferberlik ilan etmelidir.