Savaşın diplomasisi
Post-modern karakterli 3. paylaşım savaşı bu hafta diplomatik alanda bir hayli hareketliydi. Savaşın lideri pozisyonundaki ABD’nin ve onun ana rakibi Çin’in adımları dikkat çekiciydi. ABD’nin TC’yi Rusya’dan uzaklaştırıp, yedeklemeye dönük hamleleri de bu sürecin önemli başlıkları arasındaydı.
Savaşın gözde diplomatik cephesi 59’uncu Münih Güvenlik Konferansı Cuma günü başladı, Pazar günü sonuçlandı. Doğal olarak savaşın ana aktörleri ABD-Çin arasındaki gerilimin yanı sıra Ukrayna cephesinin sorunları ön plana çıktı. Ayrıca Dağlık Karabağ meselesi gibi sonuçsuz yan gündemler de tartışma konusu oldu. Soros’un Hindistan’daki bir yolsuzluk meselesi üzerinden Modi yönetiminin 3. Dünya Savaşı’ndaki “arada” tutumuna dönük yaptığı konuşma da dikkat çekicilikteydi.
ABD Dışişleri Bakanı Blinken’ın Çin’e Moskova’ya Ukrayna savaşında öldürücü silah desteği sağlamaması konusundaki tehditkar açıklamaları dikkat çekiciydi. Çin buna sert yanıt verdi. Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Wang Wenbin, Amerika’nın “Çin’den talepte bulunma konumunda olmadığını” ve Çin’in “Rusya’yla olan kapsamlı işbirliği ortaklığının” iki bağımsız devletin meselesi olduğunu söyledi. Bölgeye silah taşıyan ve asıl savaş yanlısı olanın ABD olduğunu iddia etti.
ABD’nin asıl hamlesi ise Ukrayna savaşının yıldönümü yaklaşırken ABD Başkanı Biden’ın Ukrayna’ya gerçekleştirdiği ziyaretti. 15 yıl sonra bir ABD başkanının hem de savaşın organizatörünün Ukrayna’ya ziyareti her şeyden önce moral destek anlamına geliyor. İlave 500 milyon dolarlık askeri katkı da cabası. O kadar da olacak zira Biden Ukrayna halkının fedakarlıklarını överken Rusya’ya karşı savaşın yıllara yayılabileceğinin işaretlerini de verdi. Özeti Putin düşene kadar Ukrayna halkları ölüme mahkum olmayı sürdürecek.
Biden Kiev sonrası Polonya’ya geçerken ABD Kongresi’nden 4 kişilik bir heyetin, Çin ile gerginlik içindeki Tayvan’ı ziyaret ettiği açıklandı. Bu Pekin’in bam teline dokunmakla eşdeğer.
Çin’in geçen haftaki diplomatik adımlarına gelince ön plana çıkan bu kapsamdaki ilk gelişme devlet başkanları düzeyinde bir hafta içinde gerçekleşen İran ve Çin arasında karşılıklı ziyaretlerdi. Bu görüşmelerde Pekin ve Tahran Batı’ya karşı ortak bir tavır sergilemiş oldu. Aynı zamanda Çin’in Ortadoğu’ya daha fazla müdahil olma arayışlarının da bir yansıması. Ayrıca bu süreçte gerçekleşen Çinli diplomatların Güney Afrika ve Yunanistan ziyaretleri de bu ülkelerle ilgili beklentilere işaret ediyor. Asıl vurucu hamle ise Çin Dışişleri Bakanı statüsündeki Wang Yi’nin Münih sonrası Pazartesi günü Moskova’ya gitmesi oldu. Bu ABD’ye açıktan meydan okuma anlamına geliyor. Çin bu adımı Ukrayna savaşına dönük “barış” arayışı hamlesi olarak yorumluyor.
Bizi yakından ilgilendiren ABD-NATO’nun TC’ye dönük adımlarına gelince depremden iyice yıpranmış rejimin kapısını önce NATO Genel Sekreteri Stoltenberg çaldı. Gündem belliydi, İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya üyeliğinin onaylanması meselesi. Bu konuda yapılan açıklamalar rejimin Finlandiya’yı onaylarken İsveç kozunu elinde tutarak pazarlığı sürdürmek istediğini gösterdi. Sonra depreme dönük yaptıkları kapsamlı yardımların verdiği güvenle ABD Dışişleri Bakanı Blinken Pazar günü Türkiye’ye geldi. Erdoğan ve Çavuşoğlu ile ayrı ayrı yapılan görüşmelerde F-16 meselesi dahil birçok başlık gündeme geldi. Fakat asıl sorun TC’nin Rusya ile artan yakınlaşmasıydı. ABD’nin bu konuda hemen sonuç alamayacağını farkında olduğu fakat TC’yi kaçamayacağı bir noktaya kadar sürükleyerek en azından seçimlerin sonrasına yatırım yaptığı varsayılabilir. Zira Rusya ile kurulan kırılgan bağımlılık ilişkileri devletle bütünleşmiş rejim için bir anda sökülür atılabilir nitelikte değil. Dolayısıyla tüm taraflar için köklü bir yenilenme olasılığı ancak iktidar değişikliği ile mümkün.