Aktüel Yorum

Sinemada Suç ve Ceza Felsefesi

Hegel, suçu hakkın ihlali olarak değerlendirir. Bu ne demektir? Suç, hakkın yani mülkün yadsınması demek oluyor. Hegel’e göre ceza ise bu ihlalin bedelini ödemektir; bu da yadsımanın yadsınması oluyor. Marx içinse suç, sömürü düzeninin ve çağımızda ücretli emek sisteminin “zorunlu” sonucu olarak varolmaktadır. Suçun son bulması için modern toplumun, burjuva, feodal üretim ilişkilerinin ortadan kalkması gerekiyor. Konuya ilişkin çeşitli suç ve ceza teorileri yanında felsefeler de yapılıyor. Suç ve ceza sorunsalı hukukun sınırlarını aşıp sosyal bilimlerin, politikanın, sanatın ve sinemanın da konusu olmaktadır. Konu bağlamında hem hukuktan hem de sanat ve bilakis sinema sanatından söz etmek istiyorum. Hareket noktam, Suç ve Ceza Film Festivali’nde gösterime giren Dava filmi ve kısmen de Çalınan Gezegenim adlı belgesel – film olacaktır.

Modern, sömürücü, burjuva sınıflar, süreç içinde emekçilerin ve ezilenlerin yararlandığı sanat dallarını ve düşünce disiplinlerini yürürlükten kaldırma eğilimindedir. Tiyatro, resim, müzik, edebiyat ve bu yazıda sözünü edeceğim sinemanın günümüzdeki pasif durumu bunu gösteriyor. Düşünce formlarını, bilim ve teknolojiyi öncelikle egemen sınıflar, kendi çıkarları gereği icat edip geliştirseler de bunlar zaman içinde emekçilerin ve ezilenlerin dünyasına da giriyor ve onlar için de, sınıf mücadelesinde bir silaha dönüşüyor. Bu noktada sömürücü sınıflar (burjuvazi), eski silahları bırakıyor, yine halkın yabancı olduğu farklı, daha gelişkin düşünme yöntemleri, modern aletler, cihazlar, bulup, silahlar icat ediyor.

Her buluş, icat, egemenler için hem sömürü olanağını ve oranını artırır hem de burjuvazi için yeni bir silah işlevi görür. Basitçe söylersek, köylere kadar götürülen yol, su, elektrik, okul, cami, adliye, üniversite, hastane, sanat merkezi ve varsa sinema salonları, burjuvazinin bu buluş, icat, hizmet ve silahlarına dahildir. Marx ve Marksizm, bu kurumların sınıflı uygarlıklara, modern burjuva toplumlarına ait olduğunu ileri sürmüştür. Marksizm dışı pekçok filozof da bu kanaati paylaşmıştır.

Foucault, bilginin ve hastanenin arkeolojisini yaparken modern sistemi deşifre eden bazı sonuçlara ulaşmıştır. Franz Kafka da benzer bir işlev görmüştür. Dava adlı eseriyle kapitalist düzende hukukun göstermelik olduğunu, topluma yabancı, insanı ezen, tutarsız bir kurum olduğunu sergilemiştir. Dava adlı filmin Yönetmeni Orson Welles ise bu gerçekliği beyazperdeye taşıyarak hukukun ne denli traji – komik bir kurum olduğunu daha da etkili bir yol izleyerek gözler önüne sermiştir. Kadraja aldığı alan derinliğinde hukukun bir kaç imajını birlikte sergilemesi Welles’in özgünlüğünü gösteriyor.

Uzun bir aradan sonra ilk defa geçen haftasonu bir film festivaline dahil oldum. Festivale arkadaşım, avukat / hukukçu Hakan Günaslan ile birlikte katıldık. Birisi “Dava” diğeri de “Çalınan Gezegenim” adlı iki film izledik. Çalınan Gezegenim, İranlı kadın yönetmen Ferahnaz Şerifi tarafından belgesel formatında yapılmış bir filmdi. Adı “devrim” olan hadiselerin, gerçekte karşı devrim olduğunu işaret eden bir örnek. İran’da 1979’da Şah’ın gerici rejimi, sözümona Amerika karşıtı bir “devrim” ile yıkılıyor. Oysa belgeselden izlendiği kadarıyla yerine gelen dinci rejim, eskisinden de beter çıkıyor. Bu da felsefi bakımdan konuşacak olursak her “yeni” olanın, tarihsel olarak ileride olanın sosyal ve politik açıdan da ileri olacağı anlamına gelmiyor.

Sinemaya felsefeden bakmak, dünyaya da sinemadan bakmak, düşünce tarihinde yeni bir dönemin başlangıcı sayılır bence. Galilei’nin fiziksel dünyada yaptığını, sinema, fiziksel, biyolojik, toplumsal olmak üzere tüm yaşama uygulamıştır. Yani Galilei, teleskopu gökyüzüne çevirdiğinde bizi yeni bir dünyaya, yeni bir felsefeye, yeni bir dünya görüşüne taşıdığının farkındaydı kuşkusuz. Sinema da (yönetmen) objektifi, sosyal yaşama, onun görünmez noktalarına, aynı zamanda bunlara temel teşkil eden doğaya çevirdiğinde, insanlığı yeni bir dünyaya taşıdığının pekala bilincindeydi. Felsefe için kavram neyse sinema için de imge oydu.

Deleuze ve Guattari gibi filozofların, sinemayı felsefeye benzetmelerinin motivasyonunu da sözü edilen imge/kavram olgusunda aramak gerekiyor. Çünkü bu filozoflara göre sinema filmi, yalnız bir mevcut fikri gerçekliği yansıtmıyor, çeşitli fikri gerçeklikleri imajlar (imge) olarak bizatihi kendisi yaratıyor da. Yani felsefenin kavramlar kurarak yaptığı etkinliği sinema imgeler / imajlar oluşturarak yapıyor. Yine de sinemanın piyasa odaklı olduğunu, pazar kaygısının felsefi, estetik kaygıyı bastırma eğiliminde olduğunu gözardı edemeyiz. Sinemanın tüm bu yayılım, gerilim, etkinlik ve diyalektik kapsamı, onu diğer sanat disiplinlerini aşan bir konuma taşımıştır. Dolayısıyla felsefi literatüre “sinema felsefesi” adıyla bir disiplinin girmesi anlamlıdır.

Sinemanın imkanları sayesinde, hareketli olduğu halde yeterince dinamik görünmeyen insan ve toplum yaşamı ve üretim ilişkilerinin ne denli hareketli olduğu kanıtlanmış oldu. Demek ki statik görünen dünyayı hareketli olarak görüp algılamak dönemi, sinemayla başlıyor. Dijital denilen bugünkü çağ da, sinemanın (fotoğrafın evrimi) bir neticesi olarak ortaya çıkmış oluyor. Buna göre sinema, dijital teknolojinin temellerinin atıldığı emperyalizm döneminin bir icadı olmuş oluyor. Nihayetinde her çağın düşünsel, bilimsel, dinsel, hukuki ve felsefi formu, o çağa damgasını vuran sınıflar tarafından belirleniyor.

Egemen, ana akım olan düşünceler ise Marx’ın da belirttiği gibi esasen hakim sınıfların (burjuva, feodal vs) düşünceleri oluyor. 20. yüzyılın bir sanat biçimi olarak doğan sinema, diğer sanatlar gibi evrimsel bir süreçle doğmuş değildir. Tersine, proletaryanın dünya düzeyinde genelleşmesine paralel olarak devrimci tarzda ortaya çıkmıştır. Böylesi bir ayrıcalıklı konumlanma sinemayı, diğer sanatları içeren ve aşan bir düzeye yükseltmiştir. Sanatın, düşünce tarihinde yol açıcı bir buzkıran olduğunu düşünürsek bunun, sinema için çok daha belirgin olarak geçerli olduğunu düşünmek zorunlu oluyor.

Dava’yı edebi metin olarak düşündüğümüzde elbette belirli bir söylemi temsil ediyor. Taşıdığı bir mesajının olduğu da açık. Aynı metnin, beyazperdede ilkiyle kıyaslanmayacak denli etkili olduğu anlaşılıyor. Film, anlatıcının sunumuyla başlar başlamaz edebi metin dünyasından çıkılıyor, izleyici tabir yerindeyse sinemanın belirlediği bir dünyaya giriyor. Polisin, sinsice ev basması ve Dava’ya konu olan kahramanın yatakta yakalanmasını yansıtan sahneler izlenmeye değerdir. Filmde baştan sona, nesnelerin ve modern yapıların “görkemi” insanı ezip, eriterek yok etmek biçiminde çekilmiştir ki, çok kışkırtıcı bir durum. Sinemanın gücü de buradadır. Çıplak / doğal gözün göremediğini görmek ve göstermektir. Sinemanın bu yeteneğinden dolayı “az konuş, çok göster” diyebiliriz.

Dava, Franz Kafka’nın aynı adlı romanından uyarlanmış. Buna edebi metin dersek bir de senaryo sürecinden söz etmek gerekir. Üçüncü etapta ise filmi görüyoruz. Bunları pasif olandan aktif olana doğru sıralamak yanlış olmaz. Dural bir tarzda, sınırlı sayıda kahraman ve sınırlı bir mekan üzerinden betimlenen edebi metin, yönetmenin eline geçtiğinde neredeyse sınırlar alışılır. Kahramanlar ise hem çok daha somut, canlı hale gelir hem de sayıca artar. Welles’in objektifi, bu hususu çok güzel bir şekilde kanıtlamıştır.

Hukuksal kurumların sayısını, büyüklüğünü ayrıca hukuksal şahsiyetlerin niceliğine bakılırsa söylediklerim çok daha iyi anlaşılacaktır. Welles’in kendisi de, yönetmen olmakla birlikte, oyuncu olarak bu şahsiyetler içinde yer almıştır. Sinemanın imkanlarını çok iyi bildiği belli olan yönetmen, dış mekanı ve bilhassa modern kurumları, adliye, mahkeme vs binalarını gösterirken devasa çekimlere imza atıyor. Beri yandan insanları, kadın veya erkek olsun, olduğundan çok daha küçük gösteriyor! Dolayısıyla sinemanın modern dünyayı, diğer sanatlara oranla son derece etkili betimlediğini ileri sürüyoruz.

Gerek Çalınan Gezegen’im gerekse Dava, ele aldıkları konuyu film teknikleri bakımından etkili bir tarzda sundukları, izleyicide estetik bir haz oluşturdukları söylenebilir. Her iki filmde de salonun nispeten dolu oluşu ve pürdikkat izlenmesi, eserlerin başarısını gösteriyor. Öte yandan Dava’nın, toplumsal sorunları hukuka bağlaması ve festivalin temasındaki gibi “adil yargılama hakkı” düzeyinde görülmesi, tartışma kaldırır. Bunu Welles bağlamında değil de Kafka bağlamında söylemek gerekiyor. Kafka, burjuva toplum eleştirisi yapmış olsa da onu aşma eğilimi gösteremiyor. Dolayısıyla soruna “demokratik” bir neşter atıyor, devrimci düzeye yükselmiyor.

Benzer bir durum Çalınan Gezegenim için de geçerli. Kadın meselesindeki yaratıcılığını, sınıf sorununa dek ilerletemediği görülüyor. Filmde ezilen cinslerin üzerinden yürütülen mücadele gerekli toplumsal ittifaklarla birlikte ele alınması gerekirdi. Kadın sorunu, yalnızca kadın sorunu olarak işlendiği için diyalektik bütünsellik gözardı edilmiş oluyor. Sanırım yengi ve zaferin ötelenmesi ve ertelenmesi de bundandır.

Mehmet Akkaya

1964’te Malatya’da doğdu. İlkokulu Malatya’da okudu; orta ve lise eğitimini İstanbul’da tamamladı. Kocasinan Lisesi’nden sonra Anadolu Üniversitesi İşletme Bölümü’nü bitirdi. Maltepe Üniversitesi’nde Psikoloji, İnsan Bilimleri ve Felsefe Bölümü’nde yüksek lisans (master) yaptı; dil ve kültür felsefesi konusundaki tez çalışmasıyla mezun oldu. Çeşitli gazete ve kültür-sanat-felsefe dergilerinde bilim, sanat, felsefe ve politika içerikli yazdığı yazılarla biliniyor. Akkaya, televizyon ekranlarında yaptığı felsefe/düşünce programlarıyla da tanınıyor. 2008’den itibaren kitap çalışmalarına yoğunlaşan yazarımızın eserleri felsefe, bilim, sanat ve politika meraklıları tarafından ilgiyle izleniyor.
Yazarın bir önceki yazısı
Kapalı
Başa dön tuşu